Öz Çalışmanın konusu irfanî geleneğin on beşinci yüzyıldaki önemli temsilcilerinden ve aynı zamanda İbnü’l-Arabî’nin takipçilerinden biri olan İbn Türke’nin varlık mertebelerine dair görüşleridir. Konu, İbn Türke’nin varlık ve varlığın mertebeleri ile ilgili düşüncelerinden hareketle hazırlanmıştır. Birincil kaynakların esas alındığı bu çalışmada, İbn Türke ve Ekberî geleneğin önemli temsilcilerinin eserlerine müracaat edilmiştir. Çalışmanın amacı, felsefe ve kelâmın yanı sıra tasavvuf felsefesinin en önemli konularından biri olan varlık düşüncesi ve varlık mertebelerini İbn Türke’nin görüşleri çerçevesinde ele alarak âlemdeki varoluşun hakikatinin ne olduğu, (...) insanoğlunun özünün nereden geldiği gibi temel sorulara cevap olabilecek özgün bir çalışma ortaya koymaktır. Bu çalışmayla; varlığın bir ve tek hakikat olduğu, Hak’tan feyz ederek görünür âlemde ortaya çıkan her şeyin O’nun isim ve sıfatlarının tecellisi olduğu, her ne kadar Hak’tan ayrıymış gibi görünse de aslında Hakk’a doğru sonsuz bir dönüş içerisinde olduğu, dolayısıyla tek varlıktan kaynaklı çok sayıda varlığın esasen yokluğa mahkûm olduğu ve asıl varlığın Allah olduğu sonucuna varılmıştır. (shrink)
Öz: Bu çalışmama İslam’da bireyin kamuya karşı sorumluluk alanı ile bağlantılı bir ilkesini; “Emr-i bi’l- Ma’ruf ve Nehyi Ani’l-Münker”i İslam İnanç Ekolleri içerisinde nasıl algılandığını ve nasıl uygulandığını ele alacaktır. Bundaki amacım birey- kamu ilişkisinde, bireyin özgürlük alanlarının ihmal edildiği yönündeki varsayımımdır. Bu girişten sonra, çalışmada İslam inanç ekollerinin konuya ilişkin yaklaşımları ve bu yaklaşımlarına kaynak teşkil eden metinlere yer verilecektir. Çalışmamızda ekollerin kronolojik tarihlerini göz önünde bulunduran bir sıralama takip edeceğiz. Bundaki amacımız özellikle “Emr-i bi’l- Ma’ruf ve Nehyi Ani’l- (...) Münker” ilkesinin ekollerde ele alınışının erken dönem İslam Siyasal Tarihi ile önemli oranda bir ilişkisi olduğu anlayışımız sebebiyledir. İslam siyaset kuramının birlikte yaşam, özgürlük ve adalet iddia ve idealleri çerçevesinde konuya İslam teolojik mezhepleri yakın ilgi göstermişlerdir. Ekollerin “Emr-i bi’l-Ma’ruf ve Nehyi Ani’l-Münker” ilkesine yoğun ilgilerine karşın, farklı yaklaşımlar gösterdikleri de söylenebilir. İslam geleneği içerisinde bu kurucu ilke birey özgürlüğü ve kamu düzeni arasındaki gerilimler nedeniyle politik yorumları da beraberinde getirmiştir. “Haricî” ekoller her bir Müslüman için gereken bir sorumluluk olarak yorumlamış ve “ayn-i vacib” olduğunu dile getirmişlerdir. Diğer ekoller ise bu ilkeyi ” kifa-i bir vucûb” olarak kabul etmişlerdir. Diğer yandan Mu’tezile ekolü bu ilkeyi usulu’l-hamse’ den biri olarak kabul etmiştir. İslam siyaset geleneğinin önemli bileşenlerinden olan ilke mezhepler arasında farklı uygulamalara konu olmuştur. (shrink)
Hermeneutik tarihsel süreç içerisinde hukuk, teoloji, tarih, sanat ve felsefe gibi çeşitli alanlarda farklı şekillerde tanımlanmış ve kullanılmış bir kavramdır. Bu doğrultuda, hermeneutiğin tam olarak belirlenebilmesi amacıyla, hermeneutik kelimesinin kökenine ve bu disiplinin tarihine mümkün olduğunca öz bir şekilde bakma gereksinimi ortaya çıkmaktadır. Çünkü hermeneutik disiplinini tek bir perspektiften değerlendirmek, onun temel gerçekliğini anlamamıza engel olacak çarpıtmaların gün yüzüne çıkmasına sebep olabilir. Genel anlamda bir ifadenin, anlamın, metnin ya da sanat eserinin belirli bir çerçeve içerisinde yorumlanması olarak değerlendirilen hermeneutik, felsefe (...) açısından varlığın oluş tarzı, sosyoloji açısından metodolojik problemlere yönelik bir çözüm, dini açıdan ise anlaşılması güç metinlerin anlamını gün yüzüne çıkaran yorum kuralları bütünü olarak tanımlanabilir (Audi, 1999: 377). Webster’in Uluslararası İngilizce sözlüğünde hermeneutik kavramı genel ifadesiyle yorumlama ve açıklamanın metodolojik ilkelerinin soruşturulması olarak tanımlanmakta iken, daha özel anlamda ise İncil’in çevirisinin yapılabilmesi için belirlenen genel prensiplerin incelenmesi olarak belirtilmiştir (Gove, 1971: 1059). Bu çalışmada, Auguste Comte’un öncülük ettiği pozitivist anlayışın öne sürdüğü ve desteklediği doğa bilimci yöntemin ve pozitivist tarih anlayışının, insanı ve yaşantısını doğru bir kavrayışla değerlendirme noktasında etkili olamadığı vurgulanacaktır. Pozitivist düşünce doğa bilimlerinin elde etmiş olduğu başarı ve kazanımlardan yola çıkarak dönemin bilim anlayışı konusunda belirleyici olmakla birlikte, ön plana çıkardığı bilimsellik modelinin ya da kriterinin bir sonucu olarak tinsel bilimlerin ya da beşerî bilimlerin doğasına uygun olmayan yöntemleri benimsemesi hususunda belirleyici bir unsur olmuştur. Böylece, doğa bilimleri söz sahibi olmadığı bir alan içerisinde parlatılarak, bilimsellik statüsü kazanabilme kaygısıyla tinsel bilimleri yöntemsel bir kriz içerisine sürüklemiştir. Bu çerçevede, hermeneutiğin zaman içerisindeki dönüşümünün zirve noktasında yer alan düşünürlerden biri olan Wilhelm Dilthey’in tinsel bilimleri yöntemsel açıdan karşı karşıya kaldıkları kriz durumundan çıkarmak amacıyla ileri sürdüğü hermeneutik yönteme ilişkin savlarını, hermeneutiğin tarihsel süreç içerisindeki kazanımlarından yola çıkarak tartışmak gerekmektedir. (shrink)
Donald Davidson infamously claims that belief is in its nature veridical, and that skepticism is for this reason fundamentally incoherent. To those who take the issue of external world skepticism seriously, Davidson's arguments may seem to involve a conjuring trick. In particular, his invocation of an ‘omniscient interpreter’, whose intelligibility supposedly ensures that our beliefs must be largely true, has the air of incense and lantern-rubbing about it. Davidson's claim has received considerable critical response in the literature, almost all of (...) it negative. In my view, some commentators have indeed lit on a critical and controversial lemma in Davidson's argument, but this basic result has been obscured by being presented amidst an array of other criticisms that simply make no sense from a Davidsonian point of view. The aim of this paper is to clear away some of the confusion that stands in the way of a more productive evaluation of Davidson's important claim. (shrink)
Two simply typed term systems $\sf {PR}_1$ and $\sf {PR}_2$ are considered, both for representing algorithms computing primitive recursive functions. $\sf {PR}_1$ is based on primitive recursion, $\sf {PR}_2$ on recursion on notation. A purely syntactical method of determining the computational complexity of algorithms in $\sf {PR}_i$ , called $\mu$ -measure, is employed to uniformly integrate traditional results in subrecursion theory with resource-free characterisations of sub-elementary complexity classes. Extending the Schwichtenberg and Müller characterisation of the Grzegorczyk classes ${\mathcal{E}}_n$ for $n\ge (...) 3$ , it is shown $\mathcal{E}_{n+1} = \mathcal{R}^n_1 $ for $ n\ge 1 $, where $ \mathcal{R}^n_i$ denotes the \emph{ $n$ th modified Heinermann class} based on $\mu$ . The proof does not refer to any machine-based computation model, unlike the Schwichtenberg and Müller proofs. This is due to the notion of modified recursion lying on top of each other provided by $\mu$ . By Ritchie's result, $\mathcal{R}^1_1$ characterises the linear-space computable functions. Using the same method, a short and straightforward proof is presented, showing that $\mathcal{R}^1_2$ characterises the polynomial time computable functions. Furthermore, the classes $\mathcal{R}^n_2$ and $\mathcal{R}^n_1$ coincide at and above level 2. (shrink)
Bu çalışmada İslam düşünce tarihinde çokça ele alınan yönetime gelmede “nass ile tayin” anlayışına yönelik genelde Mu‘tezile’nin özelde ise bir Mu‘tezilî âlim Ebû Tâhir Rüknüddin et-Tureysisî’nin eleştirileri konu edinilmektedir. “Nass ile tayin” anlayışı Kur’ân âyetleri ve hadisler üzerinden temellendirilmeye çalışılan bir husustur. Şii çevrelerle özdeşleşen bu anlayış bazı Sünnî ekollerde de dillendirilmiştir. Genelde dördüncü halife Ali’nin imâmeti çerçevesinde konu tartışılsa da bazı çevrelerde birinci halife Ebû Bekir’in imâmeti için de nass ile tayin iddia edilmiştir. Mu‘tezile temelde Şîa’nın imâmet anlayışına birçok (...) eleştiri yöneltmiştir. Bu iddialar doğrudan Kur’ân metni üzerinden yapıldığı için âyetler bağlamında yeniden konunun değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu noktada Mu‘tezilî bilgin Tureysisî’nin yaklaşımı önem arz etmektedir. O, mezheplerin görüşlerini temellendirmede esas aldıkları âyetleri dilin ve aklın sınırında anlama çabası içerisinde olduğu Müteşâbihü’l-Kur’ân adlı eserinde “nass ile tayin” fikrine yönelik eleştirilerini sürdürmektedir. Hem İmâmiyye’nin hem de Bekriyye’nin iddialarını âyetler bağlamında ele almakta ve bu fırkaları tenkid etmektedir. (shrink)
Kelâmda boşluk fikrini atomculuğun kabulüyle başlatmak mümkün olsa da konuyla ilgili asıl tartışmaların Yunan felsefî mirasının İslam dünyasına aktarılmasından sonra gün yüzüne çıktığı görülmektedir. Kelâm literatüründe, felsefî gelenekte olduğu gibi boşluğun iki türü olduğu kabul edilmiştir. Bunların ilki âlemin dışında/ötesinde bulunan haricî boşluktur, ki bu tarz bir boşluğun olup olmadığı problemi kelâm kaynaklarında “âlemin ötesine bakan kimse bir şey görebilir mi” veya “âlemin dışına elini uzatan kimsenin eli hareket eder mi” soruları etrafında tartışılmıştır. İkincisi ve kelâmcıların gündemini daha çok meşgul (...) eden boşluk türü ise âlemin içinde ve cisimleri oluşturan atomların/cevherlerin arasında olduğu kabul edilen dâhilî boşluktur. Bu türden bir boşluğun olup olmadığı hususu kelâm kaynaklarında “iki cevherin, aralarında üçüncü bir cevher olmadan ayrık bir şekilde durması mümkün müdür?” sorusu etrafında tartışılmıştır. Özellikle âlem-içi boşluk konusunda Mu‘tezile’nin Basra ve Bağdat ekolleri arasında yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmalarda ortaya konan deliller İbn Metteveyh ve Ebû Reşîd en-Nîsâbûrî tarafından orijinal halleriyle nakledilmiştir. Bu makalede iki ekol arasındaki bu tartışmalar ele alınmakta ve her iki ekolün kendi görüşlerini desteklemek için ortaya koyduğu teorik ve deneysel argümanlar, bunların felsefî kökenleri göz önünde bulundurularak değerlendirilmektedir. (shrink)
Günümüzde insan zihni çeşitli algı yönetimi metodlarıyla saldırıya mâruz kalmaktadır. Medya insan algılarını yönetmekte sıkça başvurulan bir araçtır. Bu yöntemlerin etkisiyle insanlar gerçeklerden daha çok algılarına göre hareket etmektedir. Oysa algılar her zaman gerçeğe tekabül etmez. Bu bağlamda Batı dünyasının yeni ötekisi/düşmanı Müslümanlar hakkındaki olumsuz algı en çok Kur’an-ı Kerim üzerinden oluşturulur. Araştırmamızda güncel algılara aykırı görünen iki örnek Kur’an perspektifinden incelenmektedir. Bu meseleler Hz. Muhammed’in Hz. Aişe ve Hz. Zeyneb’le yaptığı evlilikler, çok evlilik mevzusu ve kölelik meselesidir. Çalışmamız nitel (...) bir araştırma olup literatür taramasına dayanmaktadır. Öncelikle bu konuların Hicaz-Arap kültüründe ve Kur’an’da nasıl yer aldığı ele alınmaktadır. Örnek olarak incelenen uygulamaların var olan kültüre uygunluğu müşrik, Yahudi ve münafıkların meseleye bakışıyla ortaya konulmaktadır. Ardından bu hususlarla ilgili oryantalist ve ülkemizdeki İslam dinine önyargılı bazı yazarların iddialarına yer verilmektedir. Araştırmacıların artık bigâne kalamayacağı sosyal medyadan da bazı örneklerden istifade edilmektedir. Nihayetinde şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır. Güncel algı, önce değer haline getirilmekte; daha sonra da bu algı başka zamanlara teşmil edilerek değerlendirme ölçütü olmakta ve bu ölçüye uymayan farklı uygulamalar itibarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Kur’an ayetleri başta olmak üzere klasik eserlerdeki rivayetlerden hareketle bir itibarsızlaştırma faaliyeti yapılmaktadır. Fakat Kur’an-ı Kerim ayetleri sosyo-kültürel ortamlarından uzak bir şekilde literal okunarak çarpıtma yapılmakta ve genellikle anakronizme düşülmektedir. (shrink)
İlahî vahyin son halkası olan Kur’ân, şirk, küfür, nifak ve zulmün her türlüsünden insanlığı kurtarmak için gönderilmiştir. Kur’ân, kendini yeni bir medeniyyet tasavvuru olarak insanlığa takdim etmiştir. Bunun için kendisine inananların, onu okuma, anlama ve hayatlarına rehber olmasını istemektedir. Müslümanlar, Kur’ân’ı sadece telaffuz ederek onun istediği bu rehberliği yerine getirmiş olamazlar. Müslümanlar, hem ellerinde bulunan Kur’ân âyetlerinden ve hem de çevrelerinde yer alan ve her gün yüz yüze kaldıkları kâinattaki âyetlerden gereğince istifade etmek zorundadırlar. Kur’ân, kendisini kabul edenlerin inanç, ibadet, (...) kişilik, kimlik, düşünce yapısı ve davranışlarının tevhide göre şekillenmesini ister. Şâyet Kur’ân’a inananların bu özelliklerinde bir değişim meydana gelmiyorsa, burada sorgulanması gereken çok ciddi problemler var demektir. Hiç kuşkusuz bugünkü Kur’ân eğitimi yöntemiyle, Kur’ân’ın istediği medeniyet seviyesini ve mü’min kişilikleri oluşturmamız mümkün değildir. Bu makalede hem Kur’ân’la olan ilişkilerimizin nasıl olması gerektiğini hem de toplumsal anlamda değişim ve dönüşümün esaslarını belirlemeye çalıştık. (shrink)
Bu makalede İhlas Sûresi’nin faziletiyle ilgili olarak nakledilen Muâviye b. Muâviye rivâyeti ele alınmıştır. Söz konusu rivâyette İhlâs Sûresini sürekli okuduğu için yüksek derecelere erişen ve cenazesine Cebrâil’le birlikte 70 bin meleğin saflar halinde katıldığı Muâviye b. Muâviye’den bahsedilmektedir. Muâviye vefat ettiği sırada Tebük Gazvesi’nde bulunan Hz. Peygamber’e Cibrîl bizzat gelerek onun vefatını haber vermiştir. Cibrîl ayrıca Resûlullah’ın Muâviye’nin cenaze katılması için dağları tepeleri aralayarak yeryüzünü dürmüştür. İhlâs Sûresi’nin faziletiyle ilgili olağanüstü hallerden bahseden Muâviye b. Muâviye rivâyeti Enes b. Mâlik (...) ve Ebû Ümâme’den merfû, Hasan-ı Basrî ve Saîd b. Müseyyeb’den mürsel olmak üzere toplam dört kişiden nakledilmiştir. Çalışmamızda, hadisler hakkında sıhhat hükmü verebilmek için öncelikle isnaddaki râvîlerin cerh-ta‘dil durumları tespit edilmiştir. Muâviye b. Muâviye hadisinin isnad analizi, rivâyetin ulaşılabilen bütün tarikleri üzerinden yapılarak her bir tarik ayrı ayrı değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Sözkonusu rivâyetlerin metin analizi ise rivâyetlerdeki lafız ve muhteva farklılıkları üzerinden yapılmıştır. Metin analizi, rivâyetlerin önce kendi içinde daha sonra diğer hadislerle mukayesesi şeklinde yapılmıştır. Rivâyetler arası karşılaştırmalar yapılırken önce kendi içlerinde ortak bir kompozisyon oluşturulmuş daha sonra diğer rivâyetleri birbirleriyle karşılaştırma yöntemine başvurulmuştur. İsnad ve metin analizinin sonunda Muâviye b. Muâviye rivâyetinin kaynak değeri tespit edilmiştir. (shrink)
Rönesans ve ardında Aydınlanma dönemiyle beraber gerçekleşen bilimsel ilerlemeler fazlaca dikkat çekmeyi başarmıştır. Bunun sonucunda modern bilim, bilginin en güvenilir kaynağı olarak kabul edilerek onun her meseleyi çözebileceği bir zemine oturtturulmuştur. Öyle ki bilim, Tanrı’nın var olup olmadığına dair de bilgi üretebileceği dillendirilmiştir. Bu aşamada ideolojik yaklaşımların ve din adına sergilenen bazı temelsiz akıl dışı argümanların katkısıyla da bilim artık kutsal bir müesseseye dönüştürülmüştür. Kutsala dönüştürülen bilim, bir diğer kutsal olan dinle artık ortak bir zeminde buluşamayacak hale dönüşmüş ve yanlış (...) bir dikotomiye alet edilmiştir. Dolayısıyla artık ilerleyen bilim, yavaş yavaş “Tanrı’yı yok etmeye” başlamıştır. Artık bu hale dönüşen bilim anlayışı ateistlerin de en büyük destek noktaları olmuştur. Kutsala dönüşen bu bilim anlayışı her ne kadar temelde Hıristiyanlık inancına karşıt olarak ortaya çıkmış olsa da yer yer tüm inançlara yansıtılmaya çalışılmıştır. Oysaki bilimden, “bilimin ilerlemesiyle Tanrı’nın yok olacağına” dair veri sunmasını beklemek aslında bilimin sınırlarından bihaber olmayı gerekli kılmaktadır. Bilimin ilerlemesiyle inancın yok olacağı söylemi, İslam dini açısından kabul edilebilir bir argüman olarak görülmemektedir. Çünkü İslam, aklı dinamik olarak tasvir etmekte ve tabiatı Tanrı’nın varlığının delili olarak sunmaktadır. Diğer taraftan bilimin ilerlemesiyle Tanrı’ya yer kalmayacağını iddia edenlerin unutmaması gereken önemli husus, dinin/imanın bir bilgi eksikliği olmadığı aksine bilginin insanı tasdiğe yönelttiği gerçeğidir. Ayrıca Müslümanların bilimde geri kalmalarının sebebini onların inançlarına bağlayanlar, bunu siyasi, sosyal ve ekonomik bazı sebeplerde araması gerekmektedir. (shrink)
Mehmet Akif İnan, Türkiye sendikacılığının önde gelen bir siması olarak bilinmesinin yanı sıra şâir ve yazarlığıyla da toplumun ekseriyeti tarafından tanınan bir şahsiyettir. Fakat sûfî kişiliği pek bilinmemektedir. Yapılan araş-tırmada İnan’a daha mücadeleci ve aktif karakter sağlayan hakikat, bilinmeyen tasavvuf ve tarîkat yönüdür. O, tasavvuf terbiyesinin kazandırdığı ahlâkla, insanlara önceden gösterdiği fedakârlığın daha fazlasını gösterir. İnan, tasavvuf ilmiyle benlik dönüşümünü gerçekleştirdikten sonra hem sendika çalışmalarında hem yazılarında ve şiirlerinde neslin kendi öz kültürü ve medeniyetiyle yetişmesi için gayret göstermiştir. İnan’ın tarîkata (...) intisabı yakın çevresi tarafından hayretle karşılanırken, tasavvufun kendisine kazandırdığı hal ile insanları kucaklaması, onların dertlerini paylaşması, arkadaşları tarafından "entelektüel derviş" olarak vasıflandırılır. Bu konuda yakın arkadaşları ve kendisini tanıyanlardan birçok eleştiri almıştır. Bu çalışmada, İnan’ın hayatı, eserleri, hayat mücadelesi ve pek bilinmeyen sûfî kişiliği ele alınmaktadır. (shrink)
Diogenes of Sinope, bilinen adıyla Diogenes ya da Sinoplu Diyojen’e yönelik yapılan bu çalışmada amacım, Dioegenes’in yaşamının, felsefi duruşunun ve benimsediği etik kuralların kapsamlı ve belgelenmiş bir şekilde sunulmasıdır. Diogenes’in hayatını ve öğretilerini güvenilir bir şekilde aktarmak aşırı derecede zordur, çünkü diğer antik filozoflardan ayrı olarak, onun yaşamına ilişkin güvenilir kaynaklar bulmak oldukça sınırlıdır. Ayrıca, fıçının içinde yaşayan bir Kinikli’ye yönelik ortaya konulmuş birçok kurmaca anekdot ile uğraşılması gerekmektedir. Güvenilir bilginin azlığı ve belgesiz atıfların yarattığı zorluklara rağmen, yine de birçok (...) kişinin hayalinde hayatta kalmayı başaran ünlü filozofun portresini ölümünden yirmi üç yüzyıl sonra yeniden inşa etmek mümkün gözükmektedir. Bu bağlamda, Diogenes’in yaşam tarzı ve felsefesine yönelik bilgiler verilecek, ardından temsil ettiği akım olan kinizmin temel öğretileri çeşitli kaynaklardan gösterilerek aktarılacaktır. Son olarak da, Diogenes’in Sinop kültürünün ve kültürel mirasımızın bir parçası olarak kabul edilmesinin mümkün olup olmadığı tartışılacaktır. (shrink)
The work aims to demonstrate that at the heart of Eriugena’s approach to Christian theology there lies a profoundly philosophical interest in the necessity of a cardinal shift in the paradigms of thinking – namely, that from the metaphysical to the dialectical one, which wins him a reputation of the ‘Hegel of the ninth century,’ as scholars in Post-Hegelian Germany called him. The prime concern of Eriugena’s discourse is to prove that the actual adoption of the salvific truth of Christ’s (...) revelation about all humans’ Sonship to God directly depends on the way the truth of God’s Oneness is consistently thought of. It is exactly the dialectic of the universal and particular which allows Eriugena both to tackle the dichotomy between being and non-being and to proceed towards raising a question how the totality of God’s being can be approached so as to let him radically reconsider a predominantly metaphysical view of creation the theological reflection traditionally relies on. According to the dialectical understanding of unity that Eriugena does adhere to, the reality of creation cannot be thought of, and therefore known, otherwise than in the way of being inseparable from the universal Principle of all. This is the Principle abandoned by nothing, unless the mind corrupted by the senses thinks otherwise and, following the metaphysical pattern of dichotomy, improperly sets the creation and its Principle apart. Restoration of the mind to the proper rational motion of recta ratio freed, as Eriugena argues, from the dictates of senses therefore becomes the way of both the epistemological breakthrough to the infinite whole and practical return from the world of finite things to living in the divine reality of creation. The work’s argument is based on the assumption of close affinity between Eriugena’s discourse and that of his Islamic contemporaries, who developed their dialectical ideas within the Mu’tazilah tradition of a philosophically disciplined approach to the truth of God’s Oneness. In particular, al-Nazzam’s engagement with Parmenides’ Periphyseon and his resistance to the danger of a dualistic interpretation of its ontology seem to provoke Eriugena’s innovative approach to Christian theology with a view to suggesting a mode of overcoming dualism as the main obstacle on the way to the Truth revealed. This vision of the meaning of Eriugena’s undertaking allows us not only to better understand the novelty of his approach to Christian theology, but also reconsider some of the key points of his discourse that seem to have become a sort of commonplace in Eriugenian studies: 1. Unlike the prevalent opinion, not the forms of the division of Nature but the modes of interpreting being and non-being are to be understood to constitute the genuine subject-matter of each book of the Periphyseon and, hence, of the five parts of his system. 2. The fourfold division of Nature is to be interpreted not as a basic structure of the system offered by Eriugena, but as a means of introducing dialectic to the body of theology by refuting Augustine’s metaphysical vision of a hierarchical model of the universe and indicating the way of resolution of the cardinally theological contradiction – God does and does not create at the same time. 3. All this gives reason to disagree with a general tendency of associating Eriugena’s work with exploration of the division of God’s Nature and to reinterpret it as an immense anti-division project to be understood as an important turn in the history of Christian thought entirely focused on the truth of God’s Oneness and human life in conformity to it. *** I affirm that this thesis is entirely my own work and has not been submitted for examination in any form elsewhere. (shrink)
In this study of the Nyaya Philosophy as propounded by Gautama and explained by Vatsyayana and Uddyotakara, the author has examined the empirical foundations of its theory of cognition and proof and the validity of the conclusions based on them. The analysis reveals that the Nyaya theory does not warrant the nature, career and destiny of the self (atman). The conceptual framework rests upon the questionable assumption that not only is the experience of the expert (apta) incorrigible but his communication (...) of that experience is authentic. The framework can only be understood in its social context. The author maintains that Indian religious and philosophical thought must be judged not only in the light of criteria generally accepted in these fields but also in the broad perspective of the social and intellectual background of the thinkers usually regarded as rsis beyond the pale of society. The study is both a challenge to the traditional presentation of the Indian cultural heritage and a constructive hypothesis for further research and reappraisal on new lines. (shrink)
Jewish law has a history stretching from the early period to the modern State of Israel, encompassing the Talmud, Geonic and later codifications, the Spanish Golden Age, medieval and modern responsa, the Holocaust and modern reforms. Fifteen distinct periods are separately studied in this volume, each one by a leading specialist, and the emphasis throughout is on the development of the institutions and sources of the law.
Analyses The Problems Of Understanding Exegesis And Translation. Scrutinises Peculiariaties Of Grammar, Syntax, Diction, Style And Metaphor In Various Languages And Their Forms-Prose, Poetry, Drama Etc In India And Western Tradition-In English, German, French, Greek, Sanskrit And Pali Texts. Emphazises The Importance Of Classical Languages In Which Religion And Philosophical Works Have Been Written.
The present volumeis an annotated biblography of the vedik- Laksana, the esitence of which could be determined on the basic of printed editions, catalogues of manuscripts, and citations in other texts. the incentive for compiling this bibliography grew out of an awareness that hardly any relaible information exists concerning manuscripts of veda-laksana texts, although they are of great use critical studies of vedic texts. The goal of this work is to provide a comprehensive handbook of source materials on Veda-Laksna by (...) identifying and distinguishing the texts in various manuscripts and printed editions according to their contents and actual title. (shrink)
This paper provides a philosophical critique of professional stereotypes in medicine. In the course of this critique, we also offer a detailed analysis of the concept of care in health care. The paper first considers possible explanations for the traditional stereotype that caring is a province of nurses and women, while curing is an arena suited for physicians and men. It then dispels this stereotype and fine tunes the concept of care. A distinction between ‘caring for’ and ‘caring about’ is (...) made, and concomitant notions of parentalism are elaborated. Finally, the paper illustrates, through the use of cases, diverse models of caring. Our discussion reveals the complexity of care and the alternative modes of caring in health care. (shrink)
Is there a rational and ethical basis for efforts to rescue individuals in dire straits? When does rescue have ethical support, and when does it reflect an irrational impulse? This paper defines a Rule of Rescue and shows its intuitive appeal. It then proceeds to argue that this rule lacks support from standard principles of justice and from ethical principles more broadly, and should be rejected in many situations. I distinguish between agent-relative and agent-neutral reasons, and argue that the Rule (...) of Rescue qualifies only in a narrow range of cases where agent-relative considerations apply. I conclude that it would be wise to set aside the Rule of Rescue in many cases, especially those involving public policies, where it has only weak normative justification. The broader implications of this analysis are noted. (shrink)
Mu‘allâkâtların, tefsir, nahiv, sarf ve dil ilimlerindeki önemli rolünün yanı sıra Arap dili ve edebiyatı âleminde de yüksek ve önemli bir konumu bulunmaktadır. Cahiliye devri müfredatlarının pek çoğunu kapsamasından ötürü dil ve edebiyat erbabı ona önem atfetmiştir. Onlardan biri de, ‘Şerhü’l-Kasâ’idi’l-السبع’ adıyla el-Muâ‘llekât’a yaptığı şerhiyle Ebu Bekir Muhammed bin el-Kasım bin Beşar bin el-Anbari. Bu eserinde pek çok nahiv, zamirin aidiyeti, harflerin manası, zarf ile car ve mecrûrun bağlı olduğu yerin belirlenmesi, müfredatlarıni‘râbı, illetler arasındaki üstünlükler, kıyasa ve luğatta asıl olana, (...) kelimenin irabını belirlemede bazı seslerin etki nedenlerine, sarf, lügat, belağat, eleştiri vb. konulara değinmektedir. Bu itibarla bu araştırma, betimsel analitik yöntemini kullanarak et-Anbari’ninMu‘allâkât şerhindeki nahiv yöntemini, Arap nahiv ilminde iki önemli konu olan kıyas ve ta‘lîl ile ilgili duruşunu açıklayarak değerlendirmeyi hedeflemektedir. (shrink)
The aim of this study was to reflect on the origins and meanings of names describing investment practices that integrate a consideration of environmental, social and corporate governance issues in the academic literature. A review of 190 academic papers spanning the period from 1975 to mid-2009 was conducted. This exploratory study evaluated the associations and disassociations of the primary name assigned to this genre of investment with variables grouped into five domains, namely Primary Ethical Position, Investment Strategy, Publication Date, Regions (...) Covered and Periodical Type. The study indicated that papers coded as expressing a deontological ethical position were more frequently associated with the name Ethical Investment , whereas those with an ambiguous ethical position were less frequently associated with Ethical Investment . Three investment strategies (positive screening, best-in-class and cause-based investing) were unusually associated with the primary name Responsible Investment . A strong preference for the name Ethical Investment was noted in the United Kingdom, and contrasted starkly with an apparent aversion for this name in the United States. The name Ethical Investment is significantly more frequently used in journals dealing with ethics, business ethics and philosophy than in finance, economic and investment journals. Finally, the study yielded some weak hints that the name Responsible Investment might perhaps be linked to an egoist ethical position. On the basis of this, and because these have already been substantively linked through the Principles for Responsible Investment in the popular discourse, we follow the heuristic tradition set by Sparkes (Business Ethics Eur Rev 10:194–201, 2001 ), and propose that Responsible Investment be defined as ‘Investment practices that integrate a consideration of ESG issues with the primary purpose of delivering higher-risk-adjusted financial returns’. (shrink)
Mu‘tezilî kelâmcıların ortaya attıkları ahlâk nazariyesi Ortaçağ İslâm dünyasında önemli bir yer işgal eder. Bundan dolayı, bu makale bilgi-değer münasebeti sorununa ayrılmıştır. Eş‘arî kelâmcıların aksine, Mu‘tezilîler, bilgi-değer münasebetinden yola çıkmak suretiyle, din gönderilsin ya da gönderilmesin, iyi, kötü ve zorunlu gibi bazı objektif değer terimlerinin akıl kanalıyla bilinebilirliği tezini öne sürmüşlerdir. Mu‘tezilîler, ahlâkî değerler alanında nesnelciliği savunurlar, ancak onların savunduğu ve zorunluluğunu bütünüyle Tanrı’dan alan bu türden bir nesnelcilik anlayışını, deyim yerindeyse, “ilâhî nesnelcilik” diye nitelendirmek mümkündür. Onlarca, değerler daha başlangıçta (...) hem nesneler âlemine hem de insan anlığına sadece Tanrı tarafından yerleştirilmiştir. Mu‘tezilîlere göre, hem akıl hem de nakil iyi ve kötü gibi değer kavramlarını bilme hususunda iki asıl kaynaktır. İşte bu nedenledir ki, Mu‘tezilîlerin savunduğu akıl “kısmî akılcılık”olarak kabul edilebilir. Sonuç itibariyle, Mu‘tezilîlerin ahlâk sisteminde, insanoğlu daha başlangıçta onu yaratırken Tanrı’nın kendisine bahşetmiş olduğu yetkin aklını kullanmak suretiyle erdemli ve ahlâki bir yaşam tarzı sürdürebilir. (shrink)