İnsanların günlük hayatlarında en çok kullandıkları muamelelerden biri olan alış veriş, toplumların örflerine göre çeşitlilik göstermiştir. Bu sebeple klasik füru fıkıh eserlerinde akitlerin çok bilinenlerine yer verilmiş, diğerleri için de genel şartları sağlaması kaydıyla caiz olabileceği kanaatine varılmıştır. Bununla beraber mezheplerin nasları anlama yöntemleri ve örfi uygulamaları değerlendirme biçimleri, akitlerin sıhhatini değerlendirmelerinde de ektili olmuştur. Mahiyeti itibariyle değişik formları bulunmasıyla birlikte kısaca, ürünün peyderpey alınıp ücretin ürünün tüketilmesinden sonra ödenmesinin taahhüt edilmesi şeklinde tarif edilen isticrâr akdi, İslam hukuk ekolleri tarafından (...) tartışılmıştır. Bu tartışmalar genellikle akdin sıhhat ve kuruluş unsurlarını taşıyıp taşımaması etrafında gerçekleşirken Hanefi fukahası, isticrâr yoluyla yapılan alışveriş işlemlerinin insanlar tarafından sıkça yapıldığını göz önünde bulundurarak bu akdin istihsan yoluyla caiz görülmesi gerektiği kanaatine varmışlardır. Diğer mezheplerde de bu akde benzer gerekçelerle olumlu yaklaşımların bulunduğunu görmekteyiz. Bu çalışmamızda günümüz kırsal kesimde uygulanan ve özellikle finans dünyasında uygulanmaya başlanan ve aynı isimle literatüre girer isticrâr akdini, mezheplerin görüşleri bağlamında değerlendirmeye çalışacağız. (shrink)
Fıkıh ve tasavvuf, bir insanın günlük yaşamı ile doğrudan alakalı olan iki disiplindir. Bundan dolayı İslam âlimleri, hemen her devirde bu iki alan arasında dinamik bir ilişkinin varlığını fark etmişler ve bu durumu daima göz önünde bulundurmuşlardır. Diğer taraftan söz konusu alanların temel kaynağının Kur’ân ve sünnet olması gerçeği de bu ilişkinin göz ardı edilememesinin nedenlerden biri olarak görülebilir. Bu minvalde çıkış noktaları itibariyle fıkhı ve tasavvufu bir araya getiren Kur’ân olduğu için, mutlaka ona yönelmek gerekir. Bu durumda, mevcut ahkâm (...) âyetlerinin mutasavvıflarca nasıl anlaşıldığı ve yorumlandığı hususu karşımıza çıkmaktadır. Meseleye teferruatlı bir şekilde vakıf olabilmek ve sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için onun, ancak bir işârî tefsir özelinde daha açık bir şekilde ele alınması gerekir. Bu sebeple makalede örnek bir İşârî tefsir olarak Ḳuşeyrî’nin Leṭâifü’l-işârât'ında müellifin ilgili âyetlere hangi İşârî anlamları verdiği ve bu sayede fıkıh tasavvuf ilişkisini nasıl kurduğu somut veriler ışığında tespit edilmeye çalışılmıştır. (shrink)
Muâviye b. Ebû Süfyân’ın yönetimi ele geçirmesiyle başlayan Emevîler dönemi, hilâfetin saltanata dönüştüğü bir dönem olmuştur. Bu dönemde idarecilik yapan kişiler her ne kadar halife ünvanıyla anılsalar da yaptıkları icraatlar göz önüne alındığı zaman saltanat özelliği kendini bâriz şekilde hissettirmiştir. Bununla birlikte sekizinci Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaâziz, yaklaşık iki yıl süren idareciliğiyle, Râşit halifelerin beşincisi ünvanını alacak şekilde diğer Emevî idarecilerinden ayrılmıştır. Ömer b. Abdulazîz’i diğer Emevî idarecilerinden ayıran en karakteristik özelliği ise, olaylara yeniden vahiy eksenli bir bakışla Râşit (...) halifeler dönemini andıran siyaset tarzını geri getirmesi ve sorunları, Hz. Peygamber’in öğrettiği ilkeler doğrultusunda çözmeye çalışmasıdır. Bu çerçevede Ömer b. Abdülazîz, şiddet ve baskı yolunu benimseyen kendisinden önceki ve sonraki Emevî idarecilerinin aksine, ırk bağlamında Arap olmayan unsurları, fikir bağlamında da Emevî perspektifinden farklı düşünceleri benimseyen muhâlif unsurları sindirme yerine, onları dinleme, onlarla diyalog kurma ve barışçıl çözümler bulma gayretine girmiştir. Bunda da gayet başarılı olmuş ve Emevî tarihinde bütün tebeânın beyʻatını almayı başaran tek idareci olarak gerçek anlamda halife olmuştur. Bu çalışmada, istibdat yöntemini seçen idareci profiliyle; müsamaha, ilim ve diyalog yolunu seçen idareci profilini bünyesinde barındıran Emevîler özelinde Ömer b. Abdülazîz’in yaklaşımı ve bu yaklaşımın olumlu sonuçları ele alınmaktadır. Zira bu, toplum içi barışın ve kaosun sebeplerini ortaya koyması bakımından idareci sınıf için iyi bir ibret tablosu olacaktır. (shrink)
Psikoloji, nörobiyoloji, felsefe ve diğer pek çok disiplinde benliğe ilişkin çok sayıda farklı problemler var. Nörobiyolojide, çalışılan benlik problemlerinin pek çoğunun patolojinin çeşitli formlarıyla ilgili olduğu izlenimine sahibim –dürüstlükteki sorunlar, tutarlılık veya benliğin işlevi. Bu patolojiler hakkında söyleyecek hiçbir şeyim yok çünkü neredeyse onlar hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ben bu patolojilere yalnızca ayrık-beyin hastaları gibi doğrudan benliğin problemleriyle ilgiliyseler değineceğim.
Eserlerin mukaddimeleri, müelliflerin konuya hâkimiyetini gösterdikleri ve adeta ilmî yeterliliklerini okuyucuya sundukları bölümler olmuştur. Bazı tefsir mukaddimelerinde de bunu görmek mümkündür. Kur’ân ilimleri ve tefsir metodolojisi hakkında önemli bilgiler veren ve çalışmamıza konu olan Tabersî, Âlûsî ve Sıddîk Hân da eserlerinin mukaddimelerinde Kur’ân ilimlerinin bir kısmınasathi yorumlar getirirken, bir kısmına ise teferruatlı bir şekilde yer vermektedirler. Örneğin Tabersî i’caz konusunu, Âlûsî i’câzla birlikte yedi harf meselesini detaylı bir şekilde ele alırken, Sıddîk Hân Kur’ân ilimleri konularına daha kısa bir şekilde değinmektedir. (...) Müfessirlerimiz mukaddimelerinde genel olarak metodoloji konusuna daha detaylı bir şekilde değinerek takip edecekleri yöntem hakkında bilgi vermektedirler. Tefsir metodolojisi konusunda benzer kaidelerlekonuyu ele alan müfessirlerimiz, bazen de kendilerine özgü yöntemlerikullandıkları müşahede edilmektedir. Bu bağlamda Tabersî Şîa mezhebinin görüşlerini önemsemekte, imamlardan nakledilen rivayetleri Peygamber’den nakledilen rivayetle eşit tutarak mezhebî taassupla konuya yaklaşmakta; Âlûsî tasavvuf ehli tarafından yapılan yorumları önemsemekle birlikte konuya temkinli yaklaşarak, yapılan batınî yorumun ayetin zahirine uygun olması gerektiğini söylemektedir. Diğer iki müfessirden daha fazla tefsir metodolojisine değinen Sıddîk Hân ise mezhep taassubundan uzak durulması gerektiğini söyleyerek birçok tefsir yöntemini eleştirmekte ve bu yaklaşımları tefsir olarak değerlendirmemektedir. Tefsir metodolojisinde naklin önemine değinen müfessirlerimizden Tabersî doğru bir tefsir için sahih naklin gerekli olduğuna, Sıddîk Hân ise tefsirin sadece sahih nakille bilineceğini söyleyerek, bunun dışındaki yorumları te’vil olarak değerlendirmekte böylece tefsir ve te’vil arasındaki farka değinmektedir. (shrink)
Gözlemlenenlerden gözlemlen(e)meyenlere diğer bir deyişle genel yasalara ulaşma imkânı veren çıkarım yöntemi olarak tümevarımsal ya da endüktif akıl yürütmenin rasyonel olarak temellendirilmesinin imkanına yönelik soruşturma tarih içerisinde tümevarım sorunu ya da endüksiyon problemi olarak tezahür etmiştir. Bu sorunun temel argümanı tarihsel okumalara baktığımızda İskoç ampirist filozof David Hume tarafından öne sürülmüştür. Hume, tümevarımsal çıkarımlar temelinde, gözlenmeyen meseleler hakkındaki inançlarımıza hangi gerekçelerle ulaştığımızı soruşturmaktadır. Hume soruşturmasının sonucunda gözlemlenenden gözlemlen(e)meyen durumlara ilişkin yapılan olgu meseleleri ile ilgili bütün tümevarımsal akıl yürütmelerin dolaylı ya (...) da dolaysız olarak nedensellik ilişkisine ve bu ilişkinin temelinde yer alan doğanın düzenliliği ilkesi ya da “gelecek her zaman geçmişe benzer” önermesine dayandığını ifade ederek bütün tümevarımsal akıl yürütmelerde ortak olan geleceğin her zaman geçmişe benzeyeceği ifadesinin rasyonel olarak temellendirilmesinin mümkün olmadığını belirtmektedir. Bu bağlamda, çalışmada tümevarımsal akıl yürütme sonucunda ulaşılan sonuca inanmanın hiçbir rasyonel temelinin olamayacağı yönündeki Hume’un görüşü argüman formunda yeniden yapılandırılarak ortaya konulacaktır. (shrink)
Cambridge’deki büyük akademik cemaatin sakinleri olan bizler bir araya geldik ve hoşgörü ve onun egemen politik iklim içerisindeki yeri hakkında dostça ama ateşli bir tartışma yürüttük. Okuyucu, bizim nerelerde aynı düşüncede olmadığımızı bulmakta hiçbir zorluk çekmeyecektir. Diğer taraftan, farklı başlangıç noktalarından ve farklı yollardan hareketle yaklaşık olarak aynı yere ulaştık. Her birimiz için, egemen hoşgörü kuramı ve pratiğinin, incelendiği takdirde, korkunç politik gerçekleri gizlemeye yarayan bir maske olduğu ortaya çıktı. Kızgınlığın tonu makaleden makaleye keskin bir şekilde artmakta; belki de boş (...) yere, okuyucuların bu noktaya getiren akıl yürütmeyi takip edeceklerini umuyoruz. Nihayetinde bu kızgınlık hem kafa hem de kalpte ikamet etmektedir…. (shrink)
Thomas Kuhn’un 1962 yılında yayımlamış olduğu “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı kitabı bilimsel gelişme, bilimin doğası ve bilimsel bilginin özerkliği gibi çeşitli bilim felsefesi konularında alanında rölativist ya da göreci bir anlayışa katkıda bulunarak bilimin sarsılmaz statüsüne zarar verip vermediğine yöneliktir. Kuhn’un rölativistlikle suçlanmasına yol açan argümanlardan ön plana çıkan ikisi; iki farklı rakip paradigmaya bağlı olan kuramların kıyaslanmasının mümkün olmadığını ileri süren metodolojik eşölçülemezlik argümanı ile kuramdan bağımsız nötr gözlem önermelerinin olamayacağını belirten gözlemlerin kuram yüklü olduğu savıdır. Kuhn bu argümanlar (...) çerçevesinde kendisine getirilen görecilik iddialarına karşı çıkar ve bilim felsefecilerinin ona yöneltmiş olduğu eleştirilere yıllar içerisinde “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” kitabının ek bölümlerinde cevap vermektedir. Bu bağlamda, Kuhn’un bu iddialara ikna edici bir cevap verip vermediğini tespit edebilmek ve onun gerçekten bilim ve bilimsel bilginin statüsü konusunda rölativist olup olmadığını soruşturmak için ortaya konulan eleştirilerin etraflıca ele alınması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, Kuhn'un görecilik konusu ile ilgili bir neticeye varabilmek amacıyla onun bütün bilim anlayışının göz önünde bulundurulması önemlidir. Dolayısıyla Kuhn'un genel bilim tasviri bu çalışmanın odağını oluşturmaktadır. Bu bakımdan çalışmada, ilk olarak kısaca “göreciliğin” ne anlama geldiği ortaya konulacak, ardından Kuhn’un eşölçülemezlik ve kuram yüklülük tezleri ayrıntılandırılarak, bu çerçeve içerisinde neden rölativist olarak kabul edildiği serimlenecektir. Nihai olarak, Kuhn'un kendisine getirilen eleştirilere karşı ortaya koyduğu cevapların rölativist suçlamalardan sıyrılması için sağlam gerekçeleri sağlayamadığı ortaya konulacaktır. (shrink)
Çifte manastırlar, genellikle bir başrahibe tarafından yönetilen ve keşiş-lerle rahibelerin ortak kurallara bağlı olarak yaşadıkları dinî mekanlardır. Bu manastırlarda keşiş ve rahibeler evharistiya ve günlük ibadetler gibi ayinlerde bir araya gelmekte, ancak günün geri kalan zamanlarında kendi bölümlerinde yaşamaktadır. Hıristiyanlığın erken dönemlerinde özellikle Mısır’da ortaya çıkan bu manastırlar, 6. ve 9. yüzyıllar arasında İngiltere, İrlanda ve Fransa’da yaygınlaşmıştır. Bu manastırlar erkek ve kadınların bir arada yaşamaları nedeniyle farklı konsillerle yasaklansa da Ortaçağ’ın geç dönemlerine kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Konsil kararları ve istilalar (...) nedeniyle artık örneklerine rastlanmasa da İngiltere’de Ortodoks Kilisesine bağlı bir çifte manastır bulunmaktadır. Diğer taraftan günümüzde Hıristiyanlıkta çifte manastırlarda tarihte yaşanan ortak yaşamdan örnekler verilerek yeni bir cinsiyet paradigması oluşturma çalışmaları görülmektedir. Dolayısıyla çifte manastırlar Kilise, kadın ve otorite gibi konuları kapsamı bakımından önemli bir konudur. Çalışmada bu manastırların yapıları, etkileri, problemleri ve tarihsel süreci ele alınmıştır. Makalenin Kilise, kadın, manastır hayatı ve Hıristiyan mistisizmi gibi çalışmalara kaynaklık teşkil etmesi beklenmektedir. (shrink)
Nicholas of Cusa, 15. yy. felsefesinde önemli bir kavşağı temsil eder. Orta Çağ’da Skolastik düşüncenin tahakkümü altındaki bilim ve felsefenin âlem tasavvurunun Rönesans’la birlikte farklılaşmasında Cusa’nın eklemlendiği felsefe geleneğinin etkisinin bulunduğu söylenebilir. Cusa, Platon felsefesi temelinde ortaya koyduğu teolojik varlık anlayışıyla sonlu ile sonsuz arasında net bir ayırıma gitmiştir. Tanrı’nın birliği fikrini merkeze alarak şekillendirdiği teolojisinde, bu birlik perspektifinde geliştirdiği Tanrı- âlem ilişkisini diyalektik bir yaklaşımla aynılık ve gayrılık kavrayışı içerisinde ele almıştır. Cusa, Tanrı’yı ve varlığının devamını Tanrı’ya borçlu olduğundan (...) dolayı âlemi bir açıdan ayniyet içerisinde görerek, onların mahiyetçe bilinemez olduğunu savunmuş ve bu sahadaki bilgisizliği Tanrısal bir idrake bağlı kılarak olumlamıştır. Diğer yandan içinde yaşadığı dönemin ruhuna uygun olarak geliştirdiği hümanist, septik ve bilimsel bilginin imkânlarını göz ardı etmeyen bakış açısıyla, âlemin bilgisini elde edeceğini düşündüğü matematiksel yöntemle adeta modern bilim ve felsefenin haberciliğini yapmıştır. Bu çalışma, Nicholas of Cusa’nın felsefesinde yer alan varlık anlayışını Tanrı-âlem ilişkisi çerçevesinde incelemek için yapılmıştır. (shrink)
Rönesans ve ardında Aydınlanma dönemiyle beraber gerçekleşen bilimsel ilerlemeler fazlaca dikkat çekmeyi başarmıştır. Bunun sonucunda modern bilim, bilginin en güvenilir kaynağı olarak kabul edilerek onun her meseleyi çözebileceği bir zemine oturtturulmuştur. Öyle ki bilim, Tanrı’nın var olup olmadığına dair de bilgi üretebileceği dillendirilmiştir. Bu aşamada ideolojik yaklaşımların ve din adına sergilenen bazı temelsiz akıl dışı argümanların katkısıyla da bilim artık kutsal bir müesseseye dönüştürülmüştür. Kutsala dönüştürülen bilim, bir diğer kutsal olan dinle artık ortak bir zeminde buluşamayacak hale dönüşmüş ve yanlış (...) bir dikotomiye alet edilmiştir. Dolayısıyla artık ilerleyen bilim, yavaş yavaş “Tanrı’yı yok etmeye” başlamıştır. Artık bu hale dönüşen bilim anlayışı ateistlerin de en büyük destek noktaları olmuştur. Kutsala dönüşen bu bilim anlayışı her ne kadar temelde Hıristiyanlık inancına karşıt olarak ortaya çıkmış olsa da yer yer tüm inançlara yansıtılmaya çalışılmıştır. Oysaki bilimden, “bilimin ilerlemesiyle Tanrı’nın yok olacağına” dair veri sunmasını beklemek aslında bilimin sınırlarından bihaber olmayı gerekli kılmaktadır. Bilimin ilerlemesiyle inancın yok olacağı söylemi, İslam dini açısından kabul edilebilir bir argüman olarak görülmemektedir. Çünkü İslam, aklı dinamik olarak tasvir etmekte ve tabiatı Tanrı’nın varlığının delili olarak sunmaktadır. Diğer taraftan bilimin ilerlemesiyle Tanrı’ya yer kalmayacağını iddia edenlerin unutmaması gereken önemli husus, dinin/imanın bir bilgi eksikliği olmadığı aksine bilginin insanı tasdiğe yönelttiği gerçeğidir. Ayrıca Müslümanların bilimde geri kalmalarının sebebini onların inançlarına bağlayanlar, bunu siyasi, sosyal ve ekonomik bazı sebeplerde araması gerekmektedir. (shrink)
Kuzey Afrika’da kurulan bilâhare Endülüs bölgesini topraklarına dahil eden Murâbıtlar Devleti 448-543 yılları arasında hüküm sürmüştür. Murâbıtlar Devleti’nin temeli Kuzey Afrika’daki kabileler arasında irşad ve tebliğ faaliyetinde bulunan ve bu maksatla bir ribat kuran Mâlikî fakihi Abdullah b. Yâsîn tarafından atılmıştır. Mâlikî mezhebine mensup olan ve bu mezhebin esas alınması hususunda büyük hassasiyet gösteren Murâbıtlar Devleti emîrleri devletin kuruluş gayesine sadık kalmışlar, karar alırken fakihlere danışmışlar, onların fetvâları ve tavsiyeleri doğrultusunda devleti yönetmişlerdir. Bu durum fakihlerin tesir sahasının oldukça geniş olmasına (...) sebebiyet vermiştir. Murâbıtlar Devleti, fakihlerin bu devlette büyük bir otoriteye sahip olmaları ve bilhassa onların fetvâları ile vuku bulan hadiseler sebebiyle yıkılışından itibaren çeşitli değerlendirmelere konu olmuştur. Bu devlete son vererek bu devletin topraklarında hüküm süren Muvahhidler, müsteşrikler ve bir kısım araştırmacılar Murâbıtlar Devleti’ne tamamen olumsuz bir bakış açısıyla yaklaşmış, çeşitli ithamlarda bulunmuşlardır. Diğer taraftan bilhassa son dönemlerde bu suçlamalara cevap niteliği taşıyan çalışmalar da yapılmış, eserler ortaya konulmuştur. Bu çalışmada öncelikle Murâbıtlar Devleti’nde en önemli makam olarak kabul edilen kādılık makamını ihraz eden fakihlerin yetki ve sorumlulukları hakkında bilgi verilmiştir. Sonrasında devletin zirve döneminde hüküm sahibi olmuş Yûsuf b. Taşfîn ve Ali b. Yûsuf b. Taşfîn’in fakihlerle ilişkileri ile fakihlerin bu emîrlerin döneminde cereyan eden önemli hadise ve kararlardaki rolü ele alınmıştır. Çalışmanın son kısmında ise Murâbıtlar Devleti’nde fakihlerin konumu ve etkisi ile alakalı olarak yapılan değerlendirmelere yer verilmiştir. (shrink)
In den Diskussionen der Politischen Philosophie und Ethik ist es bis vor kurzem wenig sinnvoll gewesen, die Frage zu stellen, ob die Lekt?re von Hegels Rechtsphilosophie noch lehrreich ist. Dass Hegels Rechtsphilosophie zu aktuellen Diskussionen und gegenw?rtigen Problemschwerpunkten keinen wirklich substanziellen Beitrag mehr zu geben scheint, ist von John Rawls in seinen Vorlesungen zur Moralphilosophie relativiert und von Axel Honneth mit einer dezidierten Rehabilitierung zentraler?berlegungen der Hegelschen Rechtsphilosophie in Frage gestellt worden. Und mit seiner Kritik an Honneths Ansatz einer Aktualisierung (...) ist von R?diger Bubner eine Diskussion um die Frage ausgel?st worden, welche Teile der Rechtsphilosophie als die chancenreichsten Aktualisierungspotentiale anzusehen sind. Der folgende Beitrag exponiert zun?chst in Hegels Begriff des 'freien Willens' einen Problemaufriss, der als Voraussetzung unabdingbar ist, um die Interpretationsans?tze zu verstehen, von denen aus Honneth und Bubner f?r eine Aktualisierung der Hegelschen Rechtsphilosophie pl?dieren. Sodann gibt eine stark verk?rzte Darstellung Auskunft?ber den Gedanken, der f?r Honneths Rekonstruktion und Aktualisierung der Hegelschen Rechtsphilosophie von zentraler Bedeutung ist. Daran schlie?t sich eine knappe Darlegung von Bubners?berlegungen an, von der aus abschlie?end eine dritte Alternative - die bei Rawls anklingt, ohne dass er sie als solche wahrnimmt - auf ihr Aktualisierungspotential gepr?ft werden soll. Donedavno, u diskusijama o politickoj filozofiji i etici nije imalo mnogo smisla postavljati pitanje o tome da li citanje Hegelove Filozofije prava jos moze necemu da nas nauci. Shvatanje da Hegelova filozofija prava ne daje supstancijalan doprinos aktuelnim diskusijama i danasnjim tezisnim problemima relativisao je, u svojim predavanjima o moralnoj filozofiji, Dzon Rols, dok je Aksel Honet to shvatanje doveo u pitanje odlucnim rehabilitovanjem sredisnjih motiva Hegelove filozofije prava. A svojom kritikom Honetovog pokusaja reaktualizacije, Ridiger Bubner otvorio je diskusiju o pitanju koji delovi filozofije prava daju najizglednije potencijale za reaktuelizaciju. Ovaj prilog najpre izlaze jedan nacrt problema u vezi s Hegelovim pojmom slobodne volje, koji je neophodan kao pretpostavka da bi se mogli razumeti pokusaji interpretacije polazeci od kojih Honet i Bubner plediraju za reaktualizaciju Hegelove filozofije. Nakon toga, izlaze se skraceni prikaz misli koje imaju centralno znacenje za Honetovu rekonstrukciju i reaktualizaciju Hegelove filozofije prava. Na to se nadovezuje skica Bubnerovih razmisljanja, polazeci od koje se ispituju potencijali reaktualizacije trece alternative, koja se moze razabrati kod Rolsa, i pored toga sto je on kao takvu ne zapaza. (shrink)
Bu araştırma hicri birinci asrın ilk yarısında varlık gösteren Basra’nın, fıkhıyla meşhur bazı sahâbîlere ev sahipliği yapmasına rağmen hadis ve fıkıh ilimlerinde, aynı dönemde öne çıkan Kûfe’den geri kalmasının muhtemel sebeplerine odaklanmaktadır. Söz konusu sahâbe arasında öne çıkanlar, Basra’da on iki sene ikamet etmiş olan Ebû Musa el-Eş’arî ve dört sene bulunan İbn Abbas’tır. Mezkûr iki sahâbenin fıkhî müktesabatlarının yanında çok sayıda hadis rivayetine sahip olduğu da bilinmektedir. Ancak buna rağmen her ikisinin de İbn Mes‘ûd’un, Kûfe’de yaptığı etkiyi gösterdikleri söylenemez. (...) Araştırmada, Basra’da meskûn bulunan sahâbeyle ilgili rivayetlerin tahlil ve değerlendirmesine dayalı bir yöntem takip edilmiş olup, özellikle sahâbe ile tâbiînin ilmî ilişkilerine yoğunlaşılmıştır. Bununla beraber coğrafya ve kuruluş bakımından benzerlik gösteren Kûfe şehrindeki sahâbenin ilmî etkisi ve tâbiîn neslinin faaliyetleri bakımından bir takım karşılaştırmalarda bulunulmaktadır. Makalenin, konu hakkında öngördüğü birinci ihtimal, söz konusu sahâbîlerin ordugâh şehrinde yaşamanın gereği olarak fetihlerle meşgul olmalarıdır. Bu sonuç ilk olarak Ebû Musa el-Eş’arî’nin sireti üzerine yapılan incelemelerde ortaya çıkmıştır. Söz konusu ilmî gecikmeye sebep olan ikinci ihtimalin ise bahsi geçen sahâbenin ilimlerini yaymak adına aktif davranmamaları olduğu söylenebilir. Bu durumda sahâbenin ilmî kişiliklerinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Diğer bir ihtimal, Basra’daki tâbiîn neslinin, sahâbeden ilim alma hususunda sarfettikleri çabanın, Kûfelilere kıyasla daha az olmasıdır. Bahsi geçen durumda Basra’nın bedevî kabile yapısının önemli bir etkili olduğu düşünülmektedir. Konuyla ilgili zikredilebilecek son ihtimal ise ilmî yapının teşekkül etmeye başladığı süreçte vuku bulan fitne ve karışıklıklardır. Nitekim bir müddet valilik görevini yürüten İbn Abbas’ın, bu süre zarfında ilim ve eğitim faaliyetleriyle ilgilenemediği görülür. Özetle araştırmanın ulaştığı en önemli sonuç; Basra’nın hicri birinci asrın ilk yarısında, İbn Mes’ûd tarafından kurulan Kûfe’ye kıyasla hadis ve fıkıh ilimlerinde gelişmiş bir şehir olmadığıdır. (shrink)
Bu çalışma hicrî birinci asrın ikinci yarısında Basra’da hadis ve fıkıh sahasındaki ilmî hareketliliği konu edinir. İlgili dönemde, orada yaşayan sahâbenin en meşhuru ve Hz. Peygamber’le en uzun süre birlikteliğe sahip olması hasebiyle, Enes b. Mâlik’in Basra’daki etkisi özel olarak ele alınır. Bu amaçla Enes b. Mâlik’le ilgili birçok rivayet tahlil edilir ve onun hem Basra’da hem de diğer şehirlerde yaşayan sahâbe ve tâbiûnla arasındaki ilmî ilişkileri üzerinde durulur. Çalışma mezkûr zaman diliminde Basra’da hadis faaliyetlerinin fazla, fıkıh faaliyetlerinin ise az (...) olduğunun tezahürlerini gösterir. Enes’in öğrencileri üzerindeki etkisi; öğrencilerinin fakih mi yoksa muhaddis mi olduğu araştırılır. Enes’in tabiûnla ilişkileri, kendisine yapılan rihleler, başka şehirlerde yaşayan fakih tabiûnun ondan rivayeti, İbn Ebî Şeybe’nin Musannef’i çerçevesinde onun fıkhî şahsiyeti ve başka meseleler incelenir. Böylece onun fıkhî melekesinin İbn Abbas ve İbn Ömer’le aynı derecede olmadığı ve benzer şekilde Basra’nın sahabenin fakihlerinden tabiûnun fakihlerine nakledilen “amel-i mütevâres”e önem veren Medine ve Kufe gibi bir fıkıh şehri olmadığı sonucuna ulaşılır. Basra, müksirûndan olan sahabî Enes b. Malik sayesinde hadislerin rivayetine, yayılmasına ve onlarla amel edilmesine önem verilen bir şehirdi. Ancak bu hadislerin yayılması aynı dönemde Mekke’de İbn Abbas’ın faaliyetleri ile kıyaslanabilecek bir fıkhî faaliyeti de beraberinde getirmedi. Dolayısıyla Basra sahabe döneminde fıkıh ilmî açısından geri kalırken hadis sahasında hareketliydi. Bu nedenle ona fıkıh ve “amel-i mütevâres” değil rivayet şehri denilmesini hak etmektedir. (shrink)
Paul Goodman, 1960’larda modern Amerikan toplumunun organize sistemi içerisinde dönemin gençliğinin sorunlarını ön plana çıkaran ‘Growing Up Absurd: Problems of Youth in the Organized System’ (Saçmayı Büyütmek: Organize Sistemde Gençliğin Problemleri, 1960) eseri ile sosyal bir eleştirmen olarak ön plana çıkmıştır. Amerikalı bir düşünür olan Paul Goodman’ın kısa öyküler, romanlar, şiirler ve makalelerden oluşan çalışmaları, siyaset, sosyal teori, eğitim, kentsel tasarım, edebi eleştiri, hatta psikoterapi gibi geniş bir yelpazeye dağılmıştır. Onun temel argümanı (1960: 9-10) tek bir merkez etrafında örgütlenen teknoloji (...) toplumunun başarısızlıklarını eleştirerek, mevcut düzenin insanın doğasına uygun bir biçimde yeniden inşasını vurgulamaktadır. Goodman’ın yeniden inşa süreci içerisinde insan doğasına önem veren faaliyete dayalı anarşist ideolojisi, sorumluluk duygusunun homojen bir şekilde bireyler arasında paylaşılması gerektiğini vurgular. Goodman merkeziyetçi olmayan siyaset anlayışı ile kendisini Amerikan siyasetinin ve kültürünün karşısında yer alan bir pozisyonda konumlandırmaktadır (Honeywell, 2011: 1). Diğer bir deyişle Goodman (1960: 36), anarşist geleneği formüle etmek amacıyla yirminci yüzyıl Amerikası’nın içinde bulunmuş olduğu mevcut durumdan yola çıkarak eleştirilerini ademi merkeziyetçilik, katılımcı demokrasi, özerk toplum temaları üzerine temellendirmiştir. -/- Goodman’a göre, sosyal, kültürel, ahlâk ve eğitim gibi alanlarda uygulanan kurallar günümüz devletlerini etkisi altına alan kapitalist düzen tarafından belirlenmektedir (Bakır, 2016: 110). Bu durum Goodman’ın da içerisinde bulunduğu anarşist düşünürler tarafından kabul edilebilecek bir husus değildir, çünkü anarşistler mevcut düzenin ve sosyal yaşamın otorite ve itaat yapılarıyla güçlendirilen belirli yaklaşımlar ile kontrol altına alınmasını, insanların fikirlerini özgürce ifade edemeyeceği, bir nevi entelektüel bir hapishane içerisinde yaşaması anlamına geleceğinden dolayı karşı çıkmaktadırlar (Sheean, 2003: 122). Aynı nedenlerden dolayı Goodman, modern liberalizm ve Marksizm gibi alternatif radikal ideolojileri yerinden yönetim düşüncesi ve sosyal mühendislik konusundaki eğilimleri dolayısıyla reddetmektedir. Goodman için anarşizm, özgürlük ve toplumsal değişime yeterli düzeyde arka çıkabilecek tek ideolojik çerçeve olarak görülmektedir. Ona göre (2010: 143), “anarşizm ya da daha iyisi, anarko-pasifizm (toplumsal değişim hareketleri içerisinde örgütlü şiddete ve kurumlara karşı çıkan anarşist anlayış) günümüzün gelişmiş toplumlarının bürokrasilerini, karar verme konusunda aşırı merkezîleşmelerini ve sosyal mühendislik gibi problematik durumlarını ve tehlikelerini tutarlı bir şekilde öngörmüştür”. -/- Siyaset, sosyoloji ve felsefe gibi çeşitli alanlar içerisinde etkili olan anarşist kuramlar, radikal bir söylem olarak eğitimcileri ve araştırmacıları yeni öğretilere ve uygulamalara teşvik etme konusunda itici bir güç oluşturabilmektedirler. Anarşist yaklaşımlardan eğitim kuramı ve araştırmalara yönelik daha belirleyici bir rol alması beklenmektedir, ancak bu yaklaşımlar mevcut radikal akademik görüşü büyük ölçüde etkisi altına alan Marksizm’in eğitim alanında göstermiş olduğu aynı etkiyi gösterememiştir. Anarşist düşünceleri eğitim alanı içerisinde daha etkili ve görünür kılabilmek amacıyla Paul Goodman, Francisco Ferrer ve Alexander Neill’ın ileri sürmüş olduğu çeşitli düşünceler, girişimler ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda Goodman’ın anarşizme ilişkin düşünceleri ile bu çalışma sıkı bir anarşizm tahlili, eleştirisi ve felsefesinden öte anarşist anlayışın eğitimdeki uygulanabilirliğine yönelik bir soruşturma içerisine girmekte ve anarşist yaklaşımın mevcut eğitim sistemlerinden hangi yönleriyle farklılaştığını, sonucunda etkili bir eğitim anlayışı ortaya koyup koyamadığını tartışmaktadır. (shrink)
Çocukluk dönemi, diğer gelişim alanları açısından olduğu gibi dinî geli-şim açısından da önemli bir dönemdir. Bu dönemde çocuk, temel dini bilgi ve değerleri belli ölçüde ailesinden alabilse de uzmanların rehberliğinde bir eğitime ihtiyaç duyduğu açıktır. Türkiye’de örgün eğitimde 10 yaşından küçük çocuklara ayrı bir ders olarak din eğitimi verilmemesi, bu ihtiyacın yaygın din eğitimi yoluyla karşılanmasını gerekli kılmaktadır. 2012 yılına kadar ilkokulu bitirmeyen çocukların yaz Kur’an kurslarına gitmesi dahi yasaklanmıştır. Bununla birlikte bu yasağın temelsizliği farkedilmiş ve 2013 yılından itibaren 4-6 (...) yaş Kur’an Kursları açılarak çocukların din eğitimi alabilmesi için bir imkân sunulmuştur. Bu kurslar çocuklarına mensup oldukları dini öğretmek isteyen aileler tarafından yoğun ilgi görmektedir. Henüz kurumsallaşma sürecini tamamlamamış bu kursların varlığının anlamlı hale gelmesi ve devam edebilmesi için buralarda nitelikli bir eğitim verilmesi zorunludur. Eğitim faaliyetlerinin niteliğini belirleyen en önemli unsurlardan biri olan öğreticilerin, bu kurslarda verilen eğitimle ilgili düşüncelerinin tespit edilerek değerlendirilmesi, kursların verimliliğinin arttırılması açısından katkı sağlayıcı görülmektedir. Nitel olarak kurgulanan bu çalışmada Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde görev yapan öğreticilerin görüşleri yarı yapılandırılmış görüşme formları kullanılarak odak grup görüşmesi yoluyla elde edilmiştir. Elde edilen veriler, betimleme ve içerik analizi yöntemleri kullanılarak değerlendirilmiştir. (shrink)
Modernite, uzun bir zamandır tüm dünyada, Avrupa-merkezci bir ideolojiyle suç ortaklığı yapmasına ve özünde barındırdığı çelişkilerin bağdaşmazlığına rağmen, bilgi üretimi ve disiplinlerin teorik çerçevesini belirlemede hâkim paradigma olmayı sürdürmektedir. Avrupa-merkezci ideolojiyle girişilen suçun iştirakçilerinden bir diğeri de, modernliğin kendi kendini gözleme tarzı olarak ve onunla birlikte gelişen, aralarında totolojik bir görünüm sergileyen sosyolojidir.Modernitenin özünde barındırdığı çelişkilerin bağdaşmazlığı, yadsıma, inkâr vs. ötekileştirme nosyonunu kaçınılmaz kılar.Sosyolojik literatürde ötekileştirme, özcü bir yaklaşımla Batıda yaşanan tarihsel sürecin tek doğru ve evrensel olduğu iddiasıyla geliştirilen tarih (...) yazımında, sömürgeleştirme faaliyetlerine koşut olarak geliştirilen oryantalist söylemde, ideal tiplerin oluşturulması gibi konularda referans noktası olmuştur.Bu makale, modernite ve sosyolojideki teorik çerçeve ve anlatının Avrupa-merkezci bir söylem barındırmasındanhareketle post-kolonyal teoriye göreeleştirisini yapmayı amaçlamaktadır.Ötekileştirmeyen bir paradigmanın izini sürerken post-kolonyal teorinin karşılaştığı zorluklar ve açmazlarıortaya koymak da bu çalışmanın bir diğer amacı olacaktır.Çalışma, post-kolonyal teorinin sosyolojideki oryantalist söylem üzerinden hâkim paradigmayı eleştirirken self-oryantalizmin ağına düştüğü hususları belirtmek suretiyle özgün olmayı hedeflemektedir. (shrink)
Bu çalışmada ortaokul DKAB dersi inanç öğrenme alanı yapısal olarak incelenmiştir. Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde DKAB dersleri inanç öğrenme alanının teolojik arka planı incelenmiş, ikinci bölümde dersin öğretim programının ilk ögesi olan kazanımlar incelenmiştir; üçüncü bölümde dersin öğretim programının ikinci ögesi olan içeriği oluşturan ders kitapları analiz edilmiştir. İnanç öğrenme alanının sahip olması gereken ilk özellik, teolojik açıklamalara uygun olmasıdır. Teolojik metinlerde zâtî, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve tarihe müdahale eden bir Tanrı tasavvuru bulunmaktadır. İslam (...) dininin inanç esasları mezheplere göre değişiklik göstermediği için bu durum dersin mezheplerüstü özelliğini güçlendirmektedir. Kazanım ve içerik teolojik kabullerle uyumludur. Diğer taraftan kazanımlar, taksonomik açıdan ilk seviyelerde yer almaktadır ve böyle bir durum, dersin üst düzey öğrenmeleri ve kimlik oluşumunu destekleyecek nitelikte olmadığını göstermektedir. İçerik, zâtî Tanrı tasavvuruna uygun olsa ve nedensellik fikrini ön plana çıkarsa da evrenle ilgili açıklamalarda işlenen düzen fikri hem zâtî Tanrı tasavvuruyla hem de ahlaki gelişimle çelişmektedir. (shrink)
İslâm felsefenin klasik dönem çalışmalarının ardından, on ikinci yüzyıl sonrasında ortaya çıkan yeni yapılanmanın resmini görmek ve sonraki süreci anlamak bakımından İbn Kemmûne dikkat çeken isimlerdendir. Bu makale onun daha önce akademik camiada tartışılmamış cisim teorisiyle ilgilidir. Bundan dolayı konu, mümkün bir mahiyet olarak cismin nasıl varlık kazandığı ve bu süreci yönlendiren ilkelerin tabiat alanına nasıl yansıdığı, cismin ne olduğu, kurucu unsurları, çeşitleri, nitelikleri ve eklentileri çerçevesinde tabiat felsefesi ve metafizikle bağlantılı olarak ele alınmıştır. Böylece İbn Kemmûne’ye göre ilk cismin (...) ilk felek olduğu, daha sonrakilerin sudûr süreci içerisinde meydana geldiği ve cismin sebebinin akıl olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca madde ve sûretten oluşan cismin; kesintisiz, kendisine işaret edilen ve aklen sonsuz bölünebilir bir cevher olduğu belirlenmiş, ancak cismin kurucu unsurlarından olan madde ve sûretin cevher kategorisi altında değerlendirilmediği görülmüştür. Diğer taraftan İbn Kemmûne’nin müstakil eserlerinde ve şerhlerinde Meşşâî ve İşrâkî geleneğin cisim hakkındaki temel iddialarına yaklaşımı gözden geçirilmiştir. Bu iddiaların detayında yapılan ispatlar ve akıl yürütmelerde, cismin tanımı ve tabiatı konusunda İbn Kemmûne’nin büyük oranda İbn Sînâ gibi, cismin nitelikleri ve eklentileri konusunda ise kısmen Sühreverdî gibi düşündüğü anlaşılmıştır. Çalışmada Sühreverdî’de dönüşüm geçiren İbn Sînâ’nın cisim teorisinin, İbn Kemmûne’de nasıl şekillendiği ve bu bağlamda özgün bir içeriğinin olup olmadığı araştırılmıştır. Böylece sistem kurucu olan her iki filozoftan sonra, İslâm düşüncesinde felsefî birikimin değişim, dönüşüm ve aktarım sürecini takip edebilmek açısından makalenin alana katkı sağlaması amaçlanmıştır. (shrink)
Diogenes of Sinope, bilinen adıyla Diogenes ya da Sinoplu Diyojen’e yönelik yapılan bu çalışmada amacım, Dioegenes’in yaşamının, felsefi duruşunun ve benimsediği etik kuralların kapsamlı ve belgelenmiş bir şekilde sunulmasıdır. Diogenes’in hayatını ve öğretilerini güvenilir bir şekilde aktarmak aşırı derecede zordur, çünkü diğer antik filozoflardan ayrı olarak, onun yaşamına ilişkin güvenilir kaynaklar bulmak oldukça sınırlıdır. Ayrıca, fıçının içinde yaşayan bir Kinikli’ye yönelik ortaya konulmuş birçok kurmaca anekdot ile uğraşılması gerekmektedir. Güvenilir bilginin azlığı ve belgesiz atıfların yarattığı zorluklara rağmen, yine de birçok (...) kişinin hayalinde hayatta kalmayı başaran ünlü filozofun portresini ölümünden yirmi üç yüzyıl sonra yeniden inşa etmek mümkün gözükmektedir. Bu bağlamda, Diogenes’in yaşam tarzı ve felsefesine yönelik bilgiler verilecek, ardından temsil ettiği akım olan kinizmin temel öğretileri çeşitli kaynaklardan gösterilerek aktarılacaktır. Son olarak da, Diogenes’in Sinop kültürünün ve kültürel mirasımızın bir parçası olarak kabul edilmesinin mümkün olup olmadığı tartışılacaktır. (shrink)
................English....................... The purpose of this study is to reveal university students’ perceptions regarding Holy Qur’an through metaphors. The survey group of study consists of 194 participants who were studying in Theology Department and Social Service Department at Gümüşhane University in the 2014-2015 academic terms. Both quantitative and qualitative methods are used together. The study’s data was collected through a form with the phrase “The Holy Qur’an is similar/like…, because...” and some demographical variables. The Content Analysis Technique was used to interpret (...) data. Results of this study determined that 44 different metaphors regarding Holy Qur’an were given by participants. Theme of these metaphors were compiled as 9 categories consisting of directional, life source, explanatory, key, protective, curative, instructive, speech, and other categories. Top metaphors are in the directional, life source and explanatory categories. Key words are metaphor, perception, The Qur’an perception, religious concepts, and religious symbols. Getting data through comprehensive and in-dept analysis can help to have information about concepts of holy books in the human mind. The purpose of this study is to pick out perceptions of university students with regard to the Holy Qur’an through metaphors. For this reason, these questions are searched by researchers: 1) What are the metaphors which used by university students on description of perceptions regarding the Holy Qur’an? 2) How are the metaphors regarding the Holy Qur’an categorized in terms of common characteristics which produced by university students? 3) Are there any links between socio-demographic variables and composed metaphoric categories? One of the qualitative data collection technics, data collecting through metaphors method is used, and is asked open-ended question in the study. Picking up similarities and diversities under thematic topics is quite easy in the method. Therefore, this method has a functional feature in the sociology, psychology and anthropology, and it gives a wealthy and qualified image about matter, phenomenon, event and situation (Yıldırım & Şimşek 2005, 212). The target population of the study consists of students who were taking education at Gümüşhane University. Easily accessible and availability principles pursued in the sample choosing. In the distribution of participants according to the demographical features, females have 61.9 percent (n:120) and males have 38.1 percent (n:74) in terms of gender. Students who graduated from religious vocational high school is 61.3 percent (n:119), and others who from other high schools is 38.7 percent (n:75) in terms of graduated from different high schools. Students in theology department have 68.0 percent (n:132), and students who were educated in the social service department have 32.0 percent (n:62). Research data is gathered through survey form includes “The Holy Qur’an is like/similar to…, because…” sentence and demographical variabilities. Data, gathered from 194 survey forms, is transferred to the Excel and the SPSS program. In an attempt to reliability of study, gathered metaphors is examined by four area expert. Frequencies (f) and percentages (%) is taken into consideration in the process of replacing metaphors to the tables. Data analysis technique is used on the getting relationships and explaining gathered data, while content analysis technique is used on the interpreting of data. The SPSS program is used in the analysis of quantitative data. Obtained data from the surveys and composed categories is associated with descriptive statements in the verses of the Holy Qur’an. In the composed categories demonstrate distribution of produced 44 different metaphors with regard to the Holy Qur’an as 9 categories. According to this, the sample is represented in the categories as 64.4 % (f:125) is in the ‘directional’, 11.3 % (f:22) is in the ‘life source’, 7.7 % (f:15) is in the ‘explanatory’, 3.1 % (f:6) is in the ‘key’, 3.1 % (f:6) is in the ‘protective’, 2.1 % (f:4) is in the ‘curative’, 2.1 % (f:4) is in the ‘instructive’, 2.1 % (f:4) is in the ‘speech’ and 4.1 % (f:8) is in the ‘other’ categories. Distributions of composed categories are represented according to common characteristics as frequencies and percentages in the next tables. In the distribution of produced metaphors in the ‘directional’ category, university students produced 7 different metaphors (f:125). Frequencies of produced metaphors in the category are such that: guide (f:41), advisor (f:25), mentor (f:19), compass (f:16), road map (f:8), route (f:3) and other (f:13). According to the result, it is understood that aspects of guide, advisor, mentor and compass stood mostly out in the category. In the ‘life source’ category, 6 different metaphors (f:22) is developed by participants. Developed metaphors’ frequencies in the category are the following: life (f:4), lifeblood (f:4), weather (f:2), water (f:2), inheritance (f:2) and others (f:7). So, life and lifeblood aspects stood mostly out in the category. In the ‘explanatory’ category, 5 different metaphor (f:15) is developed by participants. Frequencies of produced metaphors in the category are such that: light (f:5), sun (f:3), flashlight (f:2), torch (f:2) and other (f:3). According to the result, it is understood that aspects of light and sun stood mostly out in the category In the ‘protective’ category, 5 different metaphors (f:6) is developed by participants. Frequencies of produced metaphors in the category are such that: saver (f:2), lifeguard (f:1), hereafter-saving (f:1), escapeway (f:1) and branch to catch (f:1). According to the result, it is understood that aspect of saver stood mostly out in the category. In the ‘instructive’ category, 4 different metaphors (f:6) is developed by participants. Frequencies of produced metaphors in the category are such that: reference book (f:1), dictionary (f:1), priceless book (f:1) and life encyclopedia (f:1). In the ‘speech’ category, it is seen that 4 different metaphors (f:6) is developed by participants. Frequencies of produced metaphors in the category are such that: divine message (f:1), speaking truth (f:1), Allah’s dialogue with us (f:1) and final word (f:1). In the ‘key’ category, 3 different metaphors (f:6) is developed by participants. Frequencies of produced metaphors in the category are such that: a key (f:4), the key of heaven (f:1) and the key of salvation (f:1). In the ‘curative’ category, 2 different metaphors (f:4) is developed by participants. Frequencies of produced metaphors in the category are such that: a pill (f:3) and doctor (f:1). In the ‘others’ category, 8 different metaphors (f:8) is developed by participants. Frequencies of produced metaphors in the category are such that: world (f:1), the friend of lonely passenger (f:1), the tree with fruit (f:1), hereafter (f:1), priceless treasure (f:1), miracle (f:1), philosophy (f:1) and mirror (f:1). Participants composed of 44 different metaphors regarding the Holy Qur’an. The metaphors were summed up in the 9 categories as ‘directional’, ‘life source’, ‘explanatory’, ‘key’, ‘protective’, ‘curative’, ‘instructive’, ‘speech’ and ‘other’ To results of the study; guide, advisor, mentor and compass aspects of the Qur’an came into prominence at most in the ‘directional’ category, when life and lifeblood aspects of the Qur’an came into prominence at most in the ‘life source’ category. Light and sunny aspects of the Qur’an came into prominence at most in the ‘explanatory’ category, while saver aspect of the Qur’an came into prominence at most in the ‘protective’ category. Instructive aspect of the Qur’an came into prominence at most in the ‘instructive’ category. Speech aspect of the Qur’an came into prominence at most in the ‘speech’ category, while key aspect of the Qur’an came into prominence at most in the ‘key’ category. Moreover, pill aspect of the Qur’an came into prominence at most in the ‘curative’ category. Whatsoever world, friend of single traveler, tree with fruit, hereafter, priceless treasure, miracle, philosophy and mirror aspects of the Qur’an came into prominence at most in the ‘other’ category. It is inferred that significant relationships between demographic variables and metaphor categories. In terms of major variable; theology students were composed of more metaphor in the ‘explanatory’ and ‘instructive’ categories, while social service students were composed of more metaphor in the ‘life source’ category. In terms of gender variable; females composed of more metaphor in the ‘curative’ and ‘other’ categories, while males composed of more metaphor in the ‘directional category. In terms of graduating high school variable, students who graduated from religious vocational high school composed of more metaphor in the ‘key’ and ‘speech’ categories, when students who graduated from other high school composed of more metaphor in the ‘directional’ category. Whatsoever, in terms of having the Qur’an education in their life status variable, had the Qur’an education in their life students composed of more metaphor in the ‘curative’ and ‘other’ categories, while other group composed of more metaphor in the ‘directional’. Moreover, in terms of perception of subjective religiousness, students who think themselves are ‘religious’ composed of more metaphor in the ‘key’ and ‘other’ categories, while students who think themselves are ‘less religious’ composed of more metaphor in the ‘explanatory’ category. In terms of perception of family religiousness, students who think own family ‘less religious’ composed of more metaphor in the ‘directional’ and ‘life source’ categories, when students who think own family ‘religious’ composed of more metaphor in the ‘key’ category. It can be suggested by the results of this study; perception of the Qur’an can be studied with the different study techniques, or it can be studied in the different research groups with the same technique. Muslims’ perceptions regarding the Holy Qur’an can be examined with intercultural comparative studies. Perceptions regarding the Holy Qur’an can be researched through interviews. Members’ perception regarding holy book that have different religious faith can be comparatively examined. Individuals’ perceptions regarding different religious concepts can be studied through metaphors. .................. Turkish...................Bu araştırmanın amacı üniversite öğrencilerinin Kur’an-ı Kerim’e ilişkin algılarını metaforlar aracılığıyla ortaya çıkarmaktır. Araştırmanın çalışma grubunu, 2014-2015 eğitim öğretim yılında Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve Sosyal Hizmetler bölümünde öğrenim gören 194 katılımcı oluşturmaktadır. Araştırmada nitel ve nicel yöntemler birlikte kullanılmıştır. Araştırma verileri, “Kur’an-ı Kerim……gibidir, çünkü……” cümlesini ve demografik değişkenleri içeren bir form aracılığıyla toplanmıştır. Verilerin analizi ve yorumlanmasında içerik analizi tekniği kullanılmıştır. Araştırmada Kur’an’a ilişkin 44 farklı metafor geliştirildiği tespit edilmiştir. Bu metaforlardan ‘yönlendirici’, ‘yaşam kaynağı’, ‘açıklayıcı’, ‘anahtar’, ‘koruyucu’, ‘öğretici’, ‘derman’, ‘kelam’ ve ‘diğer’ olmak üzere 9 farklı kategori oluşturulmuştur. Üretilen metaforların ‘yönlendirici’, ‘yaşam kaynağı’ ve ‘açıklayıcı’ kategorilerinde yoğunlaştığı görülmüştür. Demografik değişkenler ile metafor kategorileri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmak araştırmanın ikincil amaçlarındandır ve bu yönüyle sonuçlar değerlendirildiğinde değişkenler ile kategoriler arasında anlamlı ilişkiler olduğu tespit edilmiştir. Demografik değişkenler ile kategori ilişkisinde fakülte değişkeni açısından ilahiyat öğrencileri ‘açıklayıcı’ ve ‘öğretici’ kategorilerinde daha fazla metafor üretirken sosyal hizmet öğrencileri ‘yaşam kaynağı’ kategorisinde daha fazla metafor üretmiştir. Cinsiyet değişkeni açısından ise kız öğrenciler ‘derman’ ve ‘diğer’ kategorilerinde daha fazla metafor üretirken erkek öğrenciler ‘yönlendirici’ kategorisinde daha fazla metafor üretmiştir. Lise mezuniyeti açısından bakıldığında da İHL’den mezun olanlar ‘anahtar’ ve ‘kelam’ kategorilerinde daha fazla metafor üretirken diğer lise mezunları ‘yönlendirici’ kategorisinde daha fazla metafor üretmiştir. Kur’an Kursu eğitimi alma değişkeni açısından ise Kur’an kursu eğitimi alanlar ‘derman’ ve ‘diğer’ kategorilerinde daha fazla metafor üretirken Kur’an Kursu eğitimi almayanlar ‘yönlendirici’ kategorisinde daha fazla metafor üretmiştir. Ayrıca öznel dindarlık ve aile dindarlık algılarıyla metafor kategorileri arasında da anlamlı ilişkiler elde edilmiştir. (shrink)
Çevre sorunlarının katlanarak arttığı ve biyoloji biliminin büyük sıçramalarla geliştiği günümüzde organizma kavramının incelenmesi, hem kendi doğamızı (dolayısıyla da diğer canlılarla etkileşimlerimizi) hem de günümüz biyolojisindeki değişimleri daha iyi anlayabilmemiz için faydalı olacaktır. Bu çalışma, organizma kavramını özellikle organizma-çevre etkileşimi üzerinden inceleyerek günümüz biyolojisindeki önemini vurgulayacaktır. Organizma kavramı özellikle Modern Sentezden, Genişletilmiş Evrimsel Senteze geçişle birlikte ayrı bir önem kazanmıştır. Köklerini yirminci yüzyılın başlarındaki organizma-merkezci biyolojiden alan bu kavramın gelişimi, son birkaç on yıldır biyoloji biliminde gerçekleşmiş olan gelişmelerle (özellikle gelişim (...) biyolojisi, sistem biyolojisi ve ekoloji dallarında) iyice dinamikleşmiştir. Organizma kavramının gelişimini incelemek sadece biyoloji biliminin felsefesi açısından değil, bunun yanında, insan olarak kendi biyolojik varlığımızı -organizma- ve çevremizle (hem abiyotik hem de biyotik) olan etkileşimlerimizi, tekrar düşünmek açısından değerlidir. (shrink)
İslam tarihinde mihne denildiğinde halku’l-Kur’ân tartışmaları bağlamında Abbâsî halifesi Me’mûn döneminde yapılan uygulamalar akla gelmektedir. Ancak sonraki dönemlerde bizzat Hanbelîler tarafından diğer mezhep mensuplarına benzer uygulamalar yapılmıştır. İslam tarihinde “karşı mihne” olarak ifade edilebilecek bu uygulamaların birçok örneği bulunmaktadır. Bu makalede üç karşı mihne uygulamasına yer verilmiştir. Bunlardan ilki, Hanbelîlerin hicrî beşinci asırda Abbâsîlerin başkenti Bağdat’ta İbn Akîl’e uyguladıkları karşı mihnedir. İkincisi, aynı dönemde ve aynı şehirde yaşayan Eş‘arî Ebû Nasr el-Kuşeyrî’ye uygulanan karşı mihnedir. Üçüncüsü de Eyyûbî ve Memlüklülerin önemli (...) ilim merkezlerinden biri olan Şam’da yaşamış Eş‘arî İzz b. Abdüsselâm’a Hanbelî mezhebine mensup olanların uygulamış olduğu baskılardır. Makalede Hanbelîlerin halku’l-Kur’ân konusunu sürekli canlı tutarak karşı mihne sürecinde nasıl kullandıkları ve uygulamalar esnasında devlet-ulemâ ilişkilerinin Hanbelî-Eş‘arî ilişkileri arasındaki ilişkiyi nasıl etkilediği üzerinde durulmuştur. When it is mentioned the miḥna in the history of Islam, the practices made during the period of the ʿAbbasid Caliph al-Maʾmun come to mind in the context of the discussions of Khalq al-Qurʾān. However, in the following periods, similar practices were made by Hanbalis to other sect members. There are many examples of these practices that can be expressed as “counter-mihna” in Islamic history. This article includes three counter-miḥna applications. The first of these is the Ibn ʿAqīl miḥna that the Ḥanbalis applied to Ibn ʿAqīl in Baghdad, the capital of the ʿAbbasids in the fifth century. The second is the counter-mihna applied to Ashʿarīte Abū Naṣr al-Ḳus̲h̲ayrī which lives in the same period and in the same city. The third is the pressures that the Hanbelî members have applied to Ashʿarīte al-‘Izz Ibn ‘Abd al-Salām who lived in Damascus, one of the important scientific centers of Ayyubids and the Mamlūks. The article focused on how the Ḥanbalis uses the subject of Khalq al-Qurʾān in the counter-mihna process by keeping the subject alive and government-scholars relations influence the relationship between Hanbali - Ashʿarīte relations during the practices. (shrink)
Fasıl ve vasıl konusu, nahvin atıf konusuyla da ilişkili olarak cümlelerin bağlanma hususunu ele alan belagatın me‘ânî alanının önemli bir konusudur. Bu konuda, cümleler arasındaki anlam ilişkilerine dair bir takım kavramlar geliştirilmiş, cümlelerin bağlanmasıyla ilgili esaslar oluşturulmuştur. Bu konunun ele aldığı cümleler, aralarında sebep-sonuç, zıtlık, karşılaştırma vb. anlam ilişkileri bulunan cümleler değil, bu tür anlam ilişkileri dışında art arda gelen ve paragrafın oluşumuna katkı sunan cümlelerdir. Bu cümleler, bağlama dışında başka bir anlamı olmayan vav bağlacıyla veya bağlaçsız biçimde sıralanır. Bağlaçsız (...) sıralanan cümleler arasında modern dönemde noktalama işaretleri kullanılmaktadır. Fasıl ve vasıl konusu kendi kavramları ve sistematiği içerisinde cümlelerin bağlanmasını ve bağlanma esaslarını açıklamaktadır. Ancak bu tür cümlelerin ve bunların bağlanma konusunun Türkçe dilbilgisindeki karşılığı tartışılmamıştır. Çalışmanın bir kısmında bu konunun Türkçe kavramsal karşılığı teorik olarak tartışılmakta ve sıralı bağlı cümleler olduğu tespiti yapılmaktadır. Çalışmanın diğer kısmında ise fasıl ve vasıl konusunda ele alınan cümleler Türkçe dilbilgisi perspektifinden hareketle yeni bir bakışla sunulmaktadır. Sıralı bağlı cümlelerin noktalama işaretleriyle ilişkisi olduğundan fasıl ve vasıl konusundaki cümlelerin bu işaretlerle olan ilişkisi de açıklığa kavuşturulmaktadır. (shrink)
Studies in the sociology of religion in Turkey have always kept the concern of examining the objective with an impartial perspective. The fact that researches in Turkey have focused on the religion of Islam and different religious groups with Islamic origins has kept the problem of the objectivity of the sociology of religion on the agenda methodologically. However, it should not be forgotten that understanding Turkish society and other societies where Islam is the dominant religion will be possible by going (...) down to the first sources sociologically as well as religiously, and interpreting the behavior of the first believers of the revelation. In particular, the ijtihads of the "Rashid Caliphs Period", which is a special period in the history of Islam, have been referred to as a religious and rational source both in the formation of Islamic fiqh and in the social structures of Muslim nations. In this context, the question of what are the effects and sociological aspects of the ijtihads of the first four caliphs on the development of Islamic culture and civilization, the govarnance and social formation of Muslim societies will be examined. What social reasons did the Rashid caliphs take into account in their ijtihads, what social events they led to, and how they had an impact on institutions. This study, which will be an essay on "Sociology of Ijtihad", also aims to question the possibilities of a common study field for Sociology and Fiqh. Türkiye'de yapılan din sosyolojisi çalışmaları beraberinde nesnel olanı tarafsız bir tarzda inceleme kaygısını her zaman sürdürmüştür. Ülkemizdeki çalışmaların İslam dini ve İslam temelli farklı dini gruplar üzerine yoğunlaşması metodolojik olarak din sosyolojisinin tarafsızlığı problemini gündemde tutmuştur. Bununla beraber Türk toplumunu ve İslamiyet’in hâkim din olduğu diğer toplumları anlamak, dini olduğu kadar sosyolojik olarak da ilk kaynaklara inmekle, vahyin ilk muhataplarının davranışlarını yorumlamakla mümkün olacağı dikkate alınmalıdır. Özellikle İslam tarihinin özel bir dönemi olan “Râşid Halifeler Dönemi” ictihadları, hem İslam fıkhının teşekkülünde hem de Müslüman milletlerin toplumsal yapılanmalarında şer’i ve rasyonel bir kaynak olarak refere edilmiştir. Bu bağlamda Müslüman toplumların idari ve içtimai teşekkülü meselesinde ilk dört halifenin ictihadlarının etkisi ve bu ictihadların sosyolojik veçheleri nelerdir sorusu irdelenecektir. Bir “İctihad Sosyolojisi” denemesi olacak bu çalışma, Sosyoloji ve Fıkıh ilmi için ortak bir çalışma alanı olanaklarını sorgulamayı da amaçlamaktadır. (shrink)
Teravih namazının dört rekâtlık bölümlerinin farklı makamlardan tilavetle kılınması ile aralarında uygun ilahi ve salavatların okunması şeklindeki cami musikisi uygulaması teravih tertibi adıyla anılmaktadır. Tarihi süreciyle ilgili detaylı bilgi bulunmasa da özellikle son yüzyılda Ramazan ayının her gecesi için seçilmiş ilahilerin yer aldığı birkaç derleme kaleme alınmıştır. Bu çalışmada Kasımpaşa Mevlevîhânesi dervişlerinden Edirneli Ömer Efendi tarafından 1889’da hazırlanan, bugün Milli Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu’nda A-1258 numarada kayıtlı, Ramazân-ı Şerîfe Mahsûs Âyîn-i Şerîf Mecmûası değerlendirilecektir. Mecmuanın diğer tertiplerden farkı, repertuvarın ağırlıklı olarak Mevlevî (...) âyinlerinden seçilen pasajlardan oluşmasıdır. Yirmi altı gece için hazırlanan mecmuanın girişinde bir fihrist yer almaktadır. İlerleyen sayfalarda her gece için seçilen âyin pasajları ve az sayıdaki ilahinin güfteleri yazılmıştır. Çalışmada öncelikle mecmuanın yapısı, düzeni ve kullanımı analiz edilmiştir. Ardından pasajlarının hangi Mevlevî âyinlerine ait olduğu tespit edilerek mecmuanın repertuvarı ortaya konmuştur. Buradan hareketle ilgili mecmua ile sonraki teravihe mahsus ilahi derlemelerinin mukayesesi yapılarak teravih tertibinde ortaya çıkan çeşitlilik tartışılmıştır. (shrink)
Annemarie Schimmel, dünya dinleri, felsefe, biyografi, edebiyat gibi ko-nularda kaleme aldığı eserlerle Doğu’da ve Batı’da isminden söz ettiren velûd bir akademisyendir. Diğer yandan onun özellikle tasavvuf alanında ortaya koyduğu çalışmalar, tasavvuf düşünce geleneğinin Batılı araştırmacılar tarafından objektif bir perspektiften okunmasına ve yeniden ilgi odağı olarak değerlendirilmesine sebep olmuştur. Tasavvuf tarihi olarak değerlendirebileceğimiz Mystische Dimension des Islam, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin tasavvufî görüşlerini irdelediği Ich bin Wind du bist Feuer, tasavvufa giriş niteliğinde olan Sufismus: Eine Einführung in die islamische Mystik ve Hallac-ı (...) Mansûr’u konu edindiği Al-Halladsch: Märtyrer der Gottesliebe: Leben und Legende eserleri, onun bu sahada bilinen çalışmalarından birkaçıdır. Schimmel, Yunus Emre’nin bazı şiirlerini de Ausgewählte Gedichte von Yunus Emre isimli eseriyle Almanca’ya tercüme etmiştir. Ayrıca onun Yunus Emre’nin tasavvufî görüşlerini tahkiye metoduyla anlattığı ve bazı şiirlerini irdelediği Wanderungen mit Yunus Emre ismiyle bilinen çalışması Anadolu’da tasavvuf kültürü ile irtibatlı olarak tasnif edilebilecek bir diğer eseridir. Bu makale, eserlerinden hareketle Schimmel’in Anadolu’da yetişmiş bir mutasavvıf olarak Yunus Emre telakkisini ve onun perspektifinden Anadolu’da tasavvufî düşüncenin ve kültürün izdüşümlerini konu edinmektedir. (shrink)
Mezhepler, İslam düşünce tarihinin -tenkid edilse dahi- bir parçasıdırlar. Bu oluşumların sâlikleri arasında onaylanması zor bazı olayların vuku bulduğu tarihi bir hakikattir. Bununla beraber mezkûr teşekküllerin İslam düşünce dünyasının oluşumuna büyük katkı sağladıkları da su götürmez bir gerçektir. Zira her farklılık beraberinde yeni tezleri doğurmuş ve her tez de peşinden anti-tezler geliştirmiştir. Fikri hareketlilikler de İslam düşüncesini başka bir medeniyete nasip olmayacak bir kültürel zenginlikle taçlandırmıştır. Bu meyanda Hâricîler, İslam düşünce tarihinin ilk ortaya çıkan oluşumudur. Hâricîler tarihi süreçte çeşitli etkenlerle (...) önce kendi içinde gruplara ayrılmış ve daha sonra bu gruplardan sadece İbâzîler günümüze kadar varlıklarını devam ettirmişlerdir. Teşekkül dönemlerinden itibaren Hâricîler entelektüel bir birikimden daha çok kılıç-kalkanla meşhur olmuşlardır. Bu durum onların ilmî faaliyetlere yeterince zaman ayırmalarını da engellemiştir. Bu sebeple tarihi süreçte oluşmuş olan Hâricî literatür diğer teşekküllere göre son derece azdır. Ancak Hâricîlerle aralarında bazı fikri yakınlıklar bulunsa da bu mevzuda İbâzîleri ayrı değerlendirmek daha sağlıklı sonuçlar elde etmenin yolunu açacaktır. Zira kaynaklarda Hâricî kategorisinde zikredilen eserlerin neredeyse tamamı İbâzîlere aittir. Ayrıca İbâzîler çoğunlukla Hâricîlerle beraber ele alınıp bir ayırıma gitmeden değerlendirilerek ilmi literatürlerinin az olduğu ifade edilmektedir. Hâlbuki nüfuslarıyla kıyaslandığında ortaya koydukları eserlerin azımsanmayacak miktarlarda olduğunu ifade etmek mümkündür. Yapılan taramalarda -son zamanlarda sınırlı miktarda bazı araştırmalar yapılmış olsa da- İbâzîler hakkında yapılan çalışmaların ülkemizde yeterli miktarda olmadığı akademik camiada malum olan bir vakıadır. Binaenaleyh bu araştırma, gerek İbâzî tefsir alanında çalışmalar yapacak araştırmacılara bir katkı sağlamak gerekse İslam toplumunun bir parçası olan İbâzîlerle ilgili ülkemizde eksikliği hissedilen araştırmalara bir yenisini eklemek gayesiyle yapılmıştır. Dolayısıyla bu çalışmada Hâricî ve İbâzî grupların tarihi süreçte bugüne kadar oluşturdukları tefsir literatürlerinin ele alınıp tanıtılması hedeflenmiştir. (shrink)
Balkan yarımadası Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine girdikten sonra orada yaşayan farklı milletler ile Osmanlılar arasında karşılıklı bir şekilde sosyo-kültürel, ekonomik, dinî vb. alanlarda bir etkileşim ve gelişim meydana gelmiştir. Bu etkileşim ve gelişimin nasıl olduğuna dair objektif ve sübjektif bazı çalışmalar yapılmıştır. Bu hususla ilgili son araştırmalarda ortaya çıkan ortak kanaat, Osmanlıların fethettikleri yeni bölgelerdeki Gayri Müslimlere İslâm dinini telkin etmekle birlikte onların din, gelenek ve örflerini zorla değiştirme politikaları izlemedikleri gerçeğidir. Nitekim Osmanlılar Balkanlarda 5 asır hâkimiyet sürmekle birlikte 20. yüzyıla (...) gelindiğinde sadece Arnavutların ekseriyeti ve Boşnakların İslam’ı benimsedikleri görülmektedir. Arnavutların İslâm dinini benimsedikleri dönemlere bakıldığında Kripto Hıristiyan grupların değişik bölgelerde ve dönemlerde ortaya çıkmaları dikkatimizi çekmektedir. Kripto Hıristiyan vakaları Osmanlı’nın diğer Balkan bölgelerinde, Kıbrıs, Adalar, Trabzon vb. gibi yerlerde de görülmüştür. Bu makale günümüz Arnavutluk’un sınırları içerisinde meydana gelen Kripto Hıristiyan olaylarını incelemeyi amaçlar. Araştırmanın temel kaynaklarını o dönemin papaz raporları ve Osmanlı arşiv belgeleri oluşturmaktadır. Ayrıca bu konuyla ilgili yapılan yerli ve yabancı yeni çalışmalara da atıf yapılmıştır. (shrink)
Namazların kazası meselesi, bu ibadet hakkında en çok tartışılan hususlardan biridir. Konu hakkında varit olmuş hadisler namazların kazası hakkında uyku ve unutma gibi iki mazerete işarette bulunur. Bununla birlikte bazı ilim adamlarına göre meşru addedilebilecek diğer bazı sebepler de namazların kazasına imkân tanıyabilir. Hatta insanın “hata yapabilir” fıtratını gerekçe gösterip mazeretsiz yani sırf tembellik eseri terk olunmuş namazların bile kaza edilebileceğini savunanlar vardır. Namazların kazasına imkân veren çerçeveyi genişletme eğiliminde olan bu ilim adamlarının en önemli dayanağı, Allah Rasûlü’nün Hendek Savaşı (...) sürerken bazı namazları kendi vakitleri dışında kılmış olması yani kazaya bırakmasıdır. Ancak bu yaklaşımın önünde “korku namazı” gibi ciddi bir engel vardır. Kur'ân’ın yaklaşımından anlaşıldığı kadarıyla korku namazı, doğrudan savaş ortamları ile ilişkilidir. Dolayısıyla bu namaz şeklini, namazlar hakkındaki “vakit” unsuruna işarette bulunan önemli bir veri olarak yorumlamak mümkündür. Zira korku namazı cumhurun tercihine göre Hendek Savaşı’ndan sonra vaz edilmiştir. Buna bakarak denilebilir ki din, Hendek Savaşı esnasında bazı namazların kazaya bırakılması uygulamasının bir daha tatbik edilmesini istememektedir. Aksine âyetler ve hadislerdeki tariflerinden hareketle oldukça meşakkatli bir eda tarzına sahip bulunduğu söylenebilecek bu namazı kazaya bırakma seçeneğinin yerine teşri kıldığı anlaşılmaktadır. Hendek Savaşı’ndan sonra da çeşitli savaş veya çatışma ortamlarında bulunmasına rağmen Allah Rasûlü’nün herhangi bir namazı kazaya bırakmayıp korku namazı kılmış ve kıldırmış olması bunun en net göstergelerinden biridir. (shrink)
Kohlberg basamakları çerçevesine uymayan ahlâkî yargı sıklıkla geçiş basamaklarında değerlendirilmektedir. Bu konuların bir denge basamağında olmayıp, daha çok iç çatışma düzeyinde oldukları farz edilmektedir. Bu makalede, sözü edilen görüşe karşı çıkılmakta, 4 1/2 yargısının diğer herhangi bir ahlakî yargı tipinden daha tutarsız olmadığı ve Basamak 4 1/2'un ayrı bir basamak olarak kabulü gerektiği savunulmaktadır. Bu kabul ancak; ahlakî biliş mimarisinde ayrı bir köşe taşı olarak Basamak 4 1/2' u içine alan yeni bir basamak sınışandırması çerçevesi içinde mümkün olacaktır.
[...] Rousseau bir yandan çağının yükselen değerlerinden yararlanırken diğer yandan bu değerlerin içeriden eleştirisini yapmayı başarabilen düşünürlerden biri olduğu için fikirleri ölümünden asırlar sonra bile önemini yitirmemiştir. Demokratik devletlerin meşruiyet krizinin giderek derinleştiği ve çoğunlukçu, majoritarian, ideolojilerin etraflıca sorgulanmaya başlandığı çağımızda, demokrasiyi çoğunluk kararına ek olarak “rıza”, “Yurttaşlık”, “sivil özgürlük”, “kamusal uzlaşı” ve “Genel İrade” kavramlarıyla birlikte ele alan Rousseau’yu yeniden okumak önemlidir [...] Rousseau-demokrasi ilişkisinin kazılıp ortaya çıkartılacağı bu metinde uğranılacak olan kavramsal duraklar sırasıyla: Eşitsizlik (doğal ve toplumsal), özgürlük (...) (doğal ve sivil), politik bütün (bodypolitic), Genel İrade, ortak iyi (common good) ve Egemen olmalıdır. Söz konusu kavramlar, Rousseau’nun onlara yüklediği özgün anlamları gözden kaçırılmadan sanki ilk defa karşılaşılıyormuşçasına bir zihin açıklığı ile okundukları zaman, onun demokrasi görüşü de gün ışığına çıkartılabilir. (shrink)
Kur’ân-ı Kerîm ilimlerini araştırmak Allah indinde en şerefli amellerdendir. Özellikle de bu, Resulullah’ın ashabına öğrettiği vecih üzere vahiy lafızlarını nakletme olgusunu üstlenen kıraat ilmini araştırma olunca. Kur’ân-ı Kerîm İslam şeriatının ilk kaynağı olduğundan eskiden ve şuan âlimler Kur’ân-ı Kerîm’le ilgili olan tefsir, kıraat, dil bilim, i‘râb ve benzeri ilimlere önem vermişlerdir. Ben bu âlimlerden biri hakkında konuşmak istedim. O da çeşitli şeriat ilimlerinde ilim ehli arasındaki yüksek konumundan ötürü İmam Ebû Muhammed Mekkî b. Ebî Talib’tir. Mekkî, şeriat ilimlerin çoğunu elde (...) etmiş nadir âlimlerden biridir. Özellikle de O, Kur’ân ve tefsir ilminde birinci mevkiyi elde etmiş ve bununla da bu ilimlerde ipi göğüslemiştir. Kırâat, tecvid, arapça dil bilgisi, fıkıh, kelam ve diğer ilimler de yüz kadar esere ulaşan telifleri arkasında bırakmıştır. Ben bu çalışmada ilk başta Mekkî b. Ebî Talib ve kıraat ilimleri ile ilgili kitapları hakkında ışık tutmak, ardından da ayrıcalıkları ve onun özellikle de araştırmacıların anlamakta ihtilaf ettikleri tevâtür konusu hakkındaki görüşleri hakkında konuşmak istedim. Çalışmamı, kırâat ilimlerinde kendisinden sonrakiler üzerindeki etkisi hakkında konuşmak ile bitiriyorum. (shrink)
Bu çalışma, David Hume’un beğeninin bir standardı olduğu iddiasına yönelik incelememin ikinci aşamasıdır. Böyle bir incelemeye başlamamın nedeni, çalışmanın birinci aşamasının başından da söylediğim gibi, açık bir şekilde görülen beğeni farklılıklarına rağmen, tümevarımsal akıl yürütmeyi eleştiren deneyci bir filozof olan David Hume’un beğeninin bir standardı olduğunu iddia etmesidir. Deneyci bir filozof olduğu için, Hume’un bu standardı a priori ya da doğuştan idelere dayandırma olanağı yoktur. Diğer taraftan, Hume, tümevarımsal akıl yürütmeyi eleştirerek, deneyimden tüm insanlar için bir ölçüt olabilecek kesinlikte bir (...) bilgi ya da standart üretmenin olanağını neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştır. İncelemenin birinci aşaması olan “David Hume’un Beğeni Standardı I: Farklılıklar ve Standart” başlıklı makalede, Hume’un beğeni farklılıklarına rağmen nasıl olup da bir beğeni standardı olduğunu iddia ettiğini ele almıştım. İncelememin ikinci aşaması olan bu çalışmada ise, Hume’un beğeni standardının sanat eserlerinin bazı nitelikleriyle insan zihninin doğal yapısı arasındaki bir uyuşmadan kaynaklandığı iddiasını ve bu standardı belirli niteliklere sahip ideal eleştirmenler üzerinden nasıl açıkladığını ele alıp, Hume’un beğeni standardı tartışmasının genel bir değerlendirmesini yapacağım. (shrink)
İngiltere, Avrupa’da en fazla Müslüman nüfusa sahip ülkelerden biridir ve ülkede Müslümanlara yönelik olumsuz tutumlar giderek artmaktadır. Yabancılara yönelik bu olumsuz tutumların birçok farklı psikolojik nedeni bulunmaktadır. Dehşet Yönetimi Kuramı kapsamında yapılan çeşitli araştırmalar, bu nedenlerden birisinin bireylere ölümün hatırlatılması olduğunu iddia etmektedir. Bu kurama göre, hayatta kalmak gibi güçlü bir motivasyona sahip olan insan aynı zamanda bu çabalarının bir gün başarısız olacağını bilir ve ölüm kaygısı yaşar. Ölümün hatırlatıldığı bireyler, ölüm kaygısının üstesinden gelmek için kendi kültürlerine yöneldiklerinde, diğer kültürlere (...) yani dış gruplara veya onların üyelerine karşı önyargı geliştirirler veya onlara karşı olumsuz tutumlar edinirler. Bu iddianın test edilmesi için 2018 yılı içerisinde İngiltere’de 50 kişinin katılımıyla bir deney gerçekleştirilmiştir. Deney grubuna ölümü hatırlatıcı video izlettirilmiş; daha sonra deney ve kontrol gruplarına Müslümanlara yönelik tutumları ölçen sorular yöneltilmiştir. Elde edilen veriler analiz edildiğinde, ölümün hatırlatıldığı bireylerin (deney grubu), Müslümanlara yönelik tutumlarının, diğer bireylerden (kontrol grubu) daha olumsuz olduğu tespit edilmiştir. (shrink)
Dini çoğulculuk, dini dışlayıcılık ve kapsayıcılıktan farklı olarak, her dinsel inanış taraftarlarının kendi dinleri içinde kalarak ilahi selamete erişeceğini söyler. Temelde, teolojik ve felsefi boyutları olan dini çoğulculuk tartışmasının siyasete bakan bir yönü de vardır. İslam tarihinde Meşşâî felsefenin kurucusu ve mutluluk filozofu olarak bilinen Farabi, bir taraftan hakikate nasıl ulaşılacağı diğer taraftan ise “âlem” adını verdiği kozmopolitanizm nasıl inşa edileceği ile ilgilenmektedir. Siyasal toplumun amacının, insanların uygun ölçekte, en yüce iyi için yardımlaşmalarını sağlamak olduğunu savunan Farabi’ye göre, erdemli bir (...) yaşam kurulmasına imkan sağlayan üç örgütlenme biçimi vardır: Şehir, millet ve âlem. Platon ve Aristoteles gibi Antik düşünürlerden farklı olarak erdemli bir yaşamın sadece sitede kurulacağı düşüncesine karşı çıkan Farabi, sitenin yetkin bir yaşamın ilk basamağı olduğunu savunur. Ancak, erdemli yaşamı site ile sınırlamaz. Farabi’nin teorisinde, Antik düşünceyi aşan bir kozmopolitanizm söz konusudur. Bundan dolayı Farabi, farklı dinlerin varlığını, kendi siyasal düşüncesine uygun olarak meşru kabul eder. Eğer mutluluk için yardımlaşacaklarsa, insanların dinlerinin farklı olmasında bir beis görmez. Bu dini çoğulculuğun siyasal temelidir. Diğer taraftan Farabi, dinleri hakikatle eşitleyen anlayışa karşı çıkarak, farklı dinlerin hakikatin çeşitli imajlar, örnekler ve taklitler yolu ile halka benimsetilmesi olarak görülmesi gerektiğini savunur. Diğer bir ifade ile dinler, hakikatin kendisi değil, farklı tarihsel ve kültürel bağlamlarda oluşmuş sembolik ifadesidir. Bu bakımdan bütün dinler ile hakikat arasında bir mesafe bulunmaktadır ve hiçbir din hakikatin kendisi değildir. Buradan Farabi’nin düşüncesinde dinsel çoğulculuğunun sınırı olmadığı çıkmamalıdır. Farabi’ye göre din, felsefe yolu ile bulunan hakikatin ikna etme veya hayal ettirme yoluyla ya da her ikisiyle birden halka kabul ettirilmesidir. Ancak Farabi, hakiki felsefe ile sahte felsefe arasında bir ayrım yapar ve ancak hakiki felsefeyi takip eden dinlerin bir hakikat değeri olduğunu savunur. Hakiki felsefe ise evrenin bir ilk nedeni olduğunu ve ilk nedenin de nedensiz olduğunu söyler. Bu, evrenin tek bir yaratıcısı olduğu anlamına gelir ve çok tanrıcılığı dışlar. Bu bakımdan Farabi, sadece tek tanrılı dinleri çoğulculuk kapsamına alır. Bunun nedeni, tek tanrılı dinlerin hakikatle özdeş olmaları değil, hakiki felsefeyi takip etmeleridir. Çünkü felsefe dinden öncedir. Bu, Farabi’nin düşüncesinde çoğulculuğun sınırlarına işaret etmektedir. Farabi, dinleri hakikatle özdeş görmeyerek ve aynı hakikatin sembolik ifadeleri olduğunu söyleyerek çoğulculuğun yolunu açar. Buna karşın sahte felsefeyi takip eden dinler olduğu gerekçesiyle çok tanrılı dinleri dışarıda bırakarak sınırlarını çizer. Bu çalışma, Farabi’nin düşüncesinde dini çoğulculuğun siyasal ve epistemolojik temellerini ve çoğulculuğun sınırlarını konu almaktadır. (shrink)
Modern politika tanımlarında hâkim kavramlardan söz etmek olasıdır. Bu kavramlar arasında; iktidar, şiddet, hiyerarşi, güvenlik, kaynak dağıtımı öne çıkanlardır. Politika, birçoklarına göre, iktidarın ve gücün nasıl dağıtıldığı ve kullanıldığıyla ilgilidir. Politika, salt iktidarla ilişkili bir biçimde tanımlandığında, şiddet, politikanın etkili araçlarından birisi gibi görünür. Hatta daha ileriye gidilerek, şiddet, iktidarın dışavurumu olarak görülür. C. W. Mills’in, “siyaset iktidar mücadelesinden ibarettir; iktidarın nihai biçimi ise şiddettir” ya da Mao Zedong’un “siyaset, kan dökülmeyen savaş; savaş ise kan dökülen siyasettir” sözleri, siyaset ile (...) şiddetin birlikte düşünülmesinin en tipik örnekleridir. Hükmetme sanatı, iktidar elde etmek ve iktidarı azamileştirme biçiminde tanımlanan siyasetin, şiddeti meşru görmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu tanımdan hareket edenler, en iyi ihtimalle, meşru ve gayrı-meşru şiddet arasında bir ayrıma yönelirler. Bu ayrım da şiddetin politik bir etkinlik olarak meşrulaştırılmasını onaylar. Siyaseti, iktidar ve şiddet üzerinden tanımlayan hâkim yaklaşıma dönük eleştiriler de vardır. Siyaseti başka türlü tanımlamanın imkânı olup olmadığı sorusundan hareket eden bu yaklaşımlar, alternatif bir politika anlayışı ortaya koymaya çalışırlar. Bu tip politika anlayışına sahip düşünürlerin başında Hannah Arendt gelmektedir. Sahte ve sahici politika ayrımından hareket eden Arendt, sahici politikanın merkezine eylemi yerleştirir. Eylem, insanların kendilerini gerçekleştirmesini, sahici kılmasını, diğer insanlarla birlikte yaşamasını sağlayan süreçleri başlatma ve kesintiye uğratma yetisidir. Bu bakımdan politika, birlikte yaşama, kamusal meseleler hakkında tartışma ve ortak dünya için eylemde bulunma etkinliğidir. Kamusal alanda, eşitlerinin gözü önünde eylemde bulunma kişinin benzersizliğini göstermesine neden olur. Bu bakımdan, eşitlik ve çoğulluk politikanın koşuludur. Arendt, sadece eylemi değil, “söz”ü de politikanın merkezine yerleştirir. Arendt için politik yaşam, eyleme dökülmüş söz üzerine kuruludur. Politikanın söz ile ilişkilendirilmesi, açıktır ki, şiddeti dışlar. Arendt’e göre şiddet dilsizdir ve hiçbir zaman politikanın merkezi olan eyleme dökülmüş sözün neden olduğu süreç başlatma ve yaratıcı olma özelliğine sahip değildir. Bu çalışmanın amacı, politikayı Arendt’le birlikte yeniden düşünmenin, yeni bir politika tanımı için sağlayacağı imkânları tartışmaktır. (shrink)
Covid-19 salgını, din felsefesinin önemli problemlerinden birisi olan kö-tülük problemini ve çeşitlerini tekrar gündeme getirmiştir. Kötülük problemi, tarihi kökeni çok eskilere dayanmakla birlikte, tartışma platformlarında gün-celliğini korumaya devam eden bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir. Ateistlerin, Teistleri en çok eleştirdiği konuların başında kötülük problemi gelmekle birlikte, onların da bu konuda tatmin edici bir cevapları bulunma-maktadır. Filozofların farklı olmakla birlikte bu probleme dair mutlaka bir görüşü vardır. Kimine göre iyiliğin bilinmesi için gerekli, kimine göre de belli oranda var olması bu alemin estetiği (...) için zorunludur. Kimine göre de cevabı bulunması gereken temel bir problemdir. İşte bu sorular bağlamında Covid-19 ve kötülük probleminin çeşitlerini tekrar irdeliyeceğiz. Cevaplar ne olursa olsun, bir kitle tarafından bunun cevabı aranmaya devam edilecektir. Kötülük problemini canlı tutan bir diğer temel argüman ‘Tanrı sorunu’ dur. Bu argüman bağlamında Tanrı’nın olmadığını veya Tanrı’nın anlamsızlığını ifade eden eleştirilerin bulunduğunu ifade edebiliriz. Bu açıdan dinleri eleştirenler olduğu gibi dinin anlamlı olduğunu da savunanlar az değildir. Covid-19 tartışmaları ekseninde Tanrı ve Dinler tekrar eleştiri konusu yapılmaktadır. Kötülük problemi felsefeciler tarafından üç çeşit olarak sınıflandırılmakla birlikte, başka tasnifler de vardır. Bunlar: Doğal, Ahlaki ve Metafizik kötülüklerdir. Başka bir sınıflandırmaya göre ise Varoluşsal, Mantıksal ve Delilci kötülük şeklinde adlandırılmıştır. (shrink)
Erken dönem Mu’tezile kelâmcılarından biri olan Ebû Ca’fer Muhammed b. Abdullah el-İskâfî, kelâm ilmi ile ilgili sahip olduğu bilgi birikimini kullanarak İslam inanç ilkelerini daha çok akli ilkelerle savunmuştur. Mu’tezilenin genel metoduna uygun olarak tevhid, zat sıfat ilişkisi, halku’l-Kur’an, adalet, hüsün ve kubuh gibi konuları teşbihten uzak tenzihi önceleyen bir bakış açısıyla açıklamaya çalışmıştır. Allah’ın varlığını akli olarak ispat etmek amacıyla âlemin bütün unsurlarıyla hâdis olduğunu savunmuştur. Ayrıca yaşadığı dönemde sosyal bir problem olan imâmet konusu ile ilgili daha faziletli imâm (...) varken faziletli olanın imâm olmasını meşru görerek Şia ile diğer Müslümanlar arasındaki bu sorunu çözmeye çalışmıştır. Makalede müellifin ilahiyat ve âlem ile ilgili görüşleri daha çok klasik kelâm kaynaklarından, imâmet ile ilgili düşünceleri ise müellifin eserlerinden faydalanılarak tespit edilmeye çalışılmıştır. Çalışmamız, İslam düşüncesinin teşekkül döneminde İslam inancını savunan kelâmcıların görüşlerini dönemin şartları gözetilerek tarafsız bir şekilde ortaya koymayı hedeflemektedir. Bilindiği gibi İslam kelâmının oluşumuna katkı sunan ilk dönem kelâmcılarının yazdığı eserlerin büyük bir kısmı günümüze ulaşmamıştır. İslam kelâmının hangi şartlarda oluştuğu ve şekillendiğinin doğru bir şekilde öğrenilmesi açısından erken dönem kelâmcılarının görüşlerinin bilinmesi önem arz etmektedir. (shrink)
Klasik erken Arap edebiyatı tarihine ilişkin kısa bir değerlendirmenin ardından nahiv ile dilbilim karşılaştırılması, nahivden dilbilime intikali ile yaşanan Arap dilindeki değişim, Arap dilini ortaya çıkaran sebepler ve dayanaklarına değinildi. Bu sebepler ulusal, siyasi ve toplumsal sebeplerdir. Ulusal sebeplerde ele alınan konular, Arap dilinin gelişme dönemde hâkim olan kültürel ortamın dikkate alınarak geliştiği yönündedir. Siyasi sebeplerde ise Basra dil okulu ile Kûfe dil okulunun nahivci ve dilcileri arasındaki şiddetli nahiv tartışmalarının, hicri II. yüzyılın sonralarında özellikle Kûfe ve Basra’dan nahiv bilginlerinin (...) Bağdat’a göç ettikten sonra başladığı düşünülmektedir. Bu dil okullarının aralarındaki tartışmalarının gramer kurallarını nasıl etkilediğine dair tartışmalara yer verildi. Kur’an indiği ortama bakıldığında, kullandığı dil itibariyle zengin bir terminoloji kullanarak Arap şiiri Kur’an’la kıyaslandığında literatürü ve içeriği çok fakir kalmışken, birçok anadil ve lehçeden kelime alarak bir devrim başlatmışken, Arap dilinin derlenmesinde belli kabilelerle belli bir tarihle tarihlenmesi, Kur’an’ın geniş olan dil evrenini daralttığına dair düşüncelere yer verildi. Arap dilinin dil malzemesi ediniminde, itibara alma kıstasında, sınırlı kabilelerle ve belli bir tarihle de sınırlanmaması gerektiğine dair düşüncelere ele alındı. İlk erken dönem nahivcilerinin hangi gerekçeye binaen bunu yaptıkları ise anlaşılamadı. Dil vasfî olarak başladı ancak daha sonraki yıllarda mi’yarî bir yöne evrildi. Dilin tekrar vasfî, yani ilk haline dönüşmesi gerektiğine dair iddialar ele alınıp tartışıldı. Dilbilim ile filoloji arasındaki nüansa yer verildi. Modern Arap dilbilimcilerini bu kavram kargaşasının ardında fıkhu’l-luga ile ilmu’l-luga terimlerinin birbirlerinin yerine kullanılabileceğine dair düşünceler tartışıldı Temmâm Hassân’ın ve diğer modern dilbilimcilerinin Arapçayı ihya ve tecdit adına önerileri ve eleştirileri tartışıldı. (shrink)
İnsanî nefsin mahiyeti/hakikati sorunu, İslâm düşüncesinde farklı yönleriyle inceleme konusu olmuş ve âlimler tarafından çeşitli yaklaşımlar ileri sürülmüştür. Mütekaddimîn kelamcılarının aksine müteahhirîn kelâmcıları takip ettikleri yöntem ve telif üslubu gibi sebeplerden dolayı genelde nefsin mahiyetini tartıştıkları bölümde görüşlerini açıkça belirtmemişlerdir. Müteahhirîn döneminin önde gelen kelamcılarından Teftâzânî de eserlerinin nefisle ilgili bölümlerinde, bir taraftan cismânî nefis görüşünü benimsediğini gösteren ifadeler kullanırken diğer taraftan soyut nefse kapı aralayan açıklamalara da yer vermiştir. Konuyla ilgili görüşünü tam olarak tespit etmek için düşünce sistemini meydana (...) getiren diğer konulardaki görüşlerinin incelenmesi gerekir. Düşünce sistemi bir bütün olarak incelendiğinde Teftâzânî’nin, duyumsanan bedenin ötesinde bir nefsin varlığının apaçıklığını savunduğu ve farklı cismânî nefis anla- yışları arasından “diğer cisimlerle aynı hakikate sahip latif cisim” görüşünü tercih ettiği sonucuna ulaşılmıştır. Ayrıca onun, insanî nefsin hakikati konusunda kelâmcıların çoğunluğuna nispet ettiği aslî parçaları da insanî nefsin değil bedenin özü olarak kabul ettiği belirlenmiştir. Bu çalışmada Teftâzânî’nin fizik, epistemoloji, ontoloji ve teoloji konularına ilişkin görüşlerinde insan tasavvurunun izleri takip edilecek ve elde edilen verilerden hareketle onun insanî nefsin hakikatine dair yaklaşımı ortaya konulacaktır. (shrink)
Literal olarak Hz. Peygamber’e yönelik kınayıcı ya da eleştirel dil kulla-nan Kur’an âyetlerinin yorumu klasik tefsirlerin yanı sıra çağdaş çalışmalarda da faklı açılardan ilgi konusu olmuştur. Hz. Peygamber ve diğer bazı peygamberler hakkındaki bu tür hitap formlarının yorumu hem ismetü’l-enbiyâ düşüncesi çerçevesinde hem de âyetlerin indiriliş koşullarındaki işlevsel gönderimleri açısından incelenebilir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’i muhatap alan bu âyetlerin bir tür kınama ihtiva edip etmediği, ihtiva ediyorsa bu hususun ismet anlayışıyla karşıtlık teşkil edip etmeyeceği tefsir ve kelam disiplinlerini ilgilendiren ortak araştırma (...) alanı sayılır. Söz konusu âyetlerde yer alan ifadelerin filolojik açıdan muhtemel anlamlarının ortaya konulması ve konuya dair rivayetlerin derlenmesi gibi faaliyetler üzerinden anlam tespiti yapmak tefsir disiplinini, konunun ismet sıfatına taalluk eden yönü ise kelam ilmini ilgilendirmektedir. Bu bağlamda bu yazıda el-Ahzâb 33/1. âyetinin çevirisi özelinde, bu ve benzeri ayetlerin anlamları aktarılmaya çalışılırken mezkûr âyetlerle ilgili sahabe ve tâbiundan nakledilen rivayetlerin, âyetlerin nüzûl koşullarının ve kelam disiplinine taalluk eden ismet konusuna dair tartışmaların dikkate alınmaması halinde ortaya çıkabilecek bazı problemlere işaret edilecektir. Böylece klasik dönem müfessirlerinin değerlendirmeleri ışığında âyetten anlaşılan mananın literal olarak anlaşılan mana ile mukayesesi yapılacak, farklı disiplinlerde yer alan konu/tartışmalar ve bu tartışmalardan elde edilen neticelerin bir başka disiplindeki problemleri çözme konusunda sağlayacağı katkılara değinilecektir. (shrink)
Siyasetname ve nasihatname türü eserler, siyaset, devlet ve yönetim hakkında önemli bilgi, ıslahat, nasihat ve öğütler içerirler. Bu eserlerde devlet başkanından en alt devlet görevlisine kadar devlette yönetici ve diğer görevlilerin nitelik, görev ve sorumlulukları hatırlatılır; yanlış ve bozulmalar ortaya konularak çözüm önerileri getirilir. Bedreddin İbn Cemâa tarafından kaleme alınan Tahrîrü’l-Ahkâm fî Tedbîri Ehli’l-İslâm adlı eser de insanlığın ortak siyaset görüşü birikimini teşkil eden siyasetname kapsamında görülebilecek ve ele alınabilecek bir kitaptır. Bedruddîn İbn Cemâa, İslam siyaset ve yönetim düşüncesi tarihinde (...) görüşleriyle dikkat çeken önemli isimlerdendir. Son tahlilde İbn Cemâa, araştırmacılar, bilhassa siyaset ve yönetim alanında çalışanlar için hazine değerinde bir eseri miras bırakmıştır. Muhaddis ve fakih olarak İbn Cemâa, müderris vasfıyla hocalık yapmış ve birçok öğrenci yetiştirmiş bir ilim insanıdır. Bu araştırmanın problemi, İbn Cemâa’nın siyaset ve yönetim düşüncesinin temel noktalarının ne olduğudur. Bu makalede İbn Cemâa’nın mezkur eserine dayanarak siyaset ve yönetimle ilgili yaklaşımlarını anlamak amaçlanmaktadır. Çalışma, bu amaç kapsamında bilhassa siyaset bilimi, sosyoloji ve tarih araştırmalarına katkı sağlamayı da hedeflemektedir. Araştırmacı, anlamacı metodolojik paradigma çerçevesinde nitel yaklaşımla ve dökümantasyon tekniği ile elde edilen veriler çerçevesinde konuyu ele almaktadır. (shrink)
Ortodoksluk mezhebi Hıristiyanlığın en kadim geleneklerinden birisi olmasına rağmen günümüzde diğerlerine göre daha az tanınmaktadır. Mezhebin en önemli Kiliselerinden birisi de İstanbul Kilisesi’dir. Bu makalenin amacı Hıristiyan Ortodoks teoloji çalışmalarına dair İstanbul’daki Kilise çevresinde oluşan XIX. ve XX. Yüzyıldaki Yunanca literatür hakkında kısa bilgi vermektir. Bu literatür, süreli yayınlar ve Patrikhanenin kurumsal yapıları olarak iki açıdan ele alınacaktır. Literatür bağlamında bir dönem doğrudan ya da dolaylı olarak Patrikhane tarafından yayınlanan dergiler şunlardır: Ekklisiastiki Alithia, Ortodoksia, The Greek Orthodox Theological Review. Bunlara (...) ek olarak Patrikhanenin yıllık yayınladığı Kilise Takvimi ve Ortodoks teoloji çalışmalarında önemli bir kaynak olarak görülen Din ve Ahlak Ansiklopedisi, ve bazı sözlüklerle diğer birkaç dergiden bahsedilecektir. Ayıca İstanbul’daki Patrikhane ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili olan okullar, araştırma merkezleri, enstitüler ve kütüphaneler hakkında bilgi verilecektir. Bu çalışmada ele alınan bu konular, modern dönemde Patrikhane çevresinde şekillenen Ortodoks teolojiye dair yapılacak çalışmalar için doğrudan birincil kaynak olma özelliği taşımaktadır. (shrink)
Bu makale, Osmanlı döneminde, on yedinci yüzyılın ortası ile on sekizinci yüzyılın başında yaşamış olan Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin ahlâk, ev idaresi ve siyasetten meydana gelen pratik felsefe türündeki Şerhu’l-Ahlâki’l-Adud şerhinin ahlâk ilmi bölümünü inceleme konusu yapmaktadır. Bu incelemenin iki iddiasından söz edilebilir. Birincisi, Müneccimbaşı ve yazdığı şerh, ahlâk felsefesi veya pratik felsefe açısından ve yazıldığı dönem dikkate alındığında, kadim olandan hareketle yenilenme veya kadim olanı güncelleme olarak tanımlanabilir. Fakat felsefî ahlâk bağlamında, kadim olanı yenileme veya güncelleme, yöntemlerin ayrıştırılması şeklinde değil, (...) yöntemlerin bütünleştirilme alanının daha da genişletilmesi çerçevesinde gerçekleştirilmek istenmiştir. İkinci iddia ise, İşrâkî hikmetin amacı olan soyut nurların hakikatini görmek ve bilmek için Meşşâî felsefedeki insanî nefsin düşünce gücünün erdemi olan hikmet vasıtasıyla insanî nefsin arzu ve öfke gücünden kaynaklanan huyları ve davranışları nicelik ve nitelik açısından orta ve itidalli hale getirme anlamına gelen erdem teorisinin tasavvufî düşünceye ait olan bedensel ve cismanî hazlardan ve diğer şeylerden riyazet ve mücahedeyle arınma ve soyutlanma yöntemiyle birleştirilmesinin problemli olduğunu ifade etmektir. (shrink)
Bir metni anlamanın en önemli unsurlarından biri onu inşa eden kelime ve kavramları iyi kavramaktan geçer. Kelimeler, kendilerine yüklenen manalarla cümleleri oluşturan yapı taşları görevini üstlenirken kavramlar da objelerin, dış dünyadaki varlıkların ve nesnelerin insan zihnindeki tasavvurlarını ifade ederler. Kelimeler ve kavramlar, metni inşa ederken kendilerine yüklenen manalarla değer kazanırlar. Bu itibarla dilsel bir yapı olan metnin içerdiği manaları doğru bir şekilde anlamak ve yorumlamak için kavramların ifade ettiği anlam katmanlarına inmek gerekir. Konu Kur’an’ın ihtiva ettiği kelimeler ve kavramlar olunca (...) daha titiz bir araştırma yapmak gerekir. Kur’an, Arapça olarak inzal edildiği için indirildiği dilin kurallarını, özelliklerini, anlatım üslûbunu ve imkânlarını i‘câz derecesinde ortaya koyarken cahiliye döneminde kullanılan kavramlara da yer vermiştir. Ancak, Kur’an’da kullanılan bu kavramların çoğu yeni anlamlar kazanmıştır. Kur’an kavramlarını sadece kök anlamlarına veya nüzul öncesi dönemdeki kullanımlarına hapsetmek, Kur’an’ı anlamaya yardımcı olamaz. Müfessirler, Kur’an kavramlarını açıklarken âyetlerin bağlamından hareketle farklı yönelişlerle farklı yorumlar geliştirmişlerdir. Anlam arayışını sürdüren müfessirler, nüzul döneminden sonraki dönemlerde kavramlara yüklenen manaları tespit etmeye çalışmışlardır. Çünkü ilmî gelişmelere ve etkileşimlere paralel olarak birçok kavramın manası değişirken, yeni kavramlar da ortaya çıkmıştır. Müfessirler, bu faaliyetlerini sürdürürken Kur’an ilimlerinin yanı sıra diğer ilmî disiplinlerden de yararlanmışlardır. Bu çalışmada, müfessirlerin Nahl sûresi 125. âyette yer alan “hikmet, mev‘ize-i hasene ve cidâl” kavramlarına yaklaşımları incelenecektir. Tarihi süreçte bu kavramlara yüklenen anlamlar ve bu anlamlardaki değişim tespit edilecektir. One of the most important elements of understanding a text is to comprehend the words and concepts that make it up. While words take on the task of building blocks that form sentences with the meanings attributed to them, concepts also express the imagination of objects, entities and objects in the human mind. Words and concepts gain value with the meanings attributed to them while constructing the text. In this respect, in order to understand and interpret the meanings of the text, which is a linguistic structure, it is necessary to go down to the layers of meaning that the concepts express. When the subject is the words and concepts contained in the Qur’ān, a more rigorous research is required. Since the Qur’ān was revealed in Arabic, it also included the concepts used in the period of ignorance, while revealing the rules, characteristics, expression style and possibilities of the language in which it was revealed, at the level of i‘jāz. However, most of these concepts used in the Qur’ān have gained new meanings. Confining the Qur’ānic concepts only to their root meanings or to their usage in the pre-revolutionary period cannot help to understand the Qur’ān. While explaining the concepts of the Qur’ān, commentators developed different interpretations with different orientations based on the context of the verses. Continuing the search for meaning, commentators tried to figure out the meanings attributed to the concepts in the periods after the revelation period. Since while the meanings of many concepts have changed in parallel with scientific developments and interactions, new concepts have also appeared. While continuing their activities, commentators benefited from other scientific disciplines as well as Qur’ānic sciences. In this study I will examine the approaches of the commentators to the concepts of hikmat, maw’iza hasana and Jidāl with special reference to 16/Sūrat al-Nahl: 125. In addition, I will try to show the meanings attributed to these concepts in the historical process and the change in these meanings. (shrink)