Bilgi çağı olarak nitelendirilen günümüzde, bilginin üretildiği, eğitim-öğretim faaliyetlerinin yapıldığı, öğrenimin gerçekleştiği okullardan, bu çağın gereklerine uygun, özgüveni yüksek bir öğrenci profili yetiştirmesi beklenmektedir. Bu konuda öğrenme iklimi önemlidir. İklim alan yazınında örgüt iklimi ve okul iklimi yerine kullanılan yeni bileşenlerden biri olan, öğrenme yetisini ilgilendiren her türlü faktörü içeren öğrenme iklimi; insan unsurları, öğrenmenin gerçekleştiği sanal ve gerçek mekân özellikleri başta olmak üzere pek çok boyutlarıyla ele alınmakta, öğrenme iklimini ölçmeye yönelik geliştirilen araçlarla ölçümler yapılmaktadır. Elde edilen veriler iyileştirme (...) çalışmalarına kaynaklık etmektedir. Çalışmamızda okul öğrenme iklimi okula bağlılık, öğrenme ortamı, iletişim boyutlarıyla ele alınmıştır. Sosyal Bilişsel Kuramın temel kavramlarından özyeterliğin bir türü olarak, öğrencilerin akademik çalışma gerektiren konularda kendilerine olan öz güvenlerini ifade eden, bu kapsamda öğrenebilmek için bireyin etkili biliş stratejilerini kullanabilme, öğrenme çevrelerini ve öğrenme zamanlarını etkili bir şekilde yönetebilme ve kendi performansını etkili bir şekilde düzenleyebilmesi şeklinde de açıklanabilen akademik özyeterlik, araştırmacılarca farklı boyutlarla ele alınmakta, farklı ölçeklerle ölçümler yapılmaktadır. Çalışmamızda, akademik özyeterlik, bilişsel, sosyal ve teknik boyutlarda ele alınmıştır. İnsanı hayatın akışı içerisinde güçlü kılan asıl unsurlar kendine güven, eleştirel bakış, sosyal ilişkilerde başarı, herhangi bir sportif sanatsal ya da kültürel alana ilgi gibi temel beceriler, öğrencilerin okul ikliminden kazandıklarıyla mümkündür. Bu durumda, okulda iyi bir rüzgâr estirebilmenin, yaşanılası ve sevilesi bir hava oluşturabilmenin, özgün ve eleştirel bir zemine oturabilmenin ancak olumlu ve sürdürülebilir bir okul iklimiyle mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Akademik özyeterliği olumlu besleyen okul iklimi, iklimin etkilediği insan unsurlarının başarısını da beraberinde getirecektir. Pozitif okul iklimi güçlü akademik özyeterlik akademik başarının da en büyük araçları haline gelecektir. Öğrenme iklimini ölçmek, okullardaki kişilerarası ilişkiler, rol modeller, beklentileri vb. boyutlarıyla hayatın kalitesini aynı zamanda öğrencilerin başarısını ve memnuniyetini anlamaya yardımcı olabilmektedir. Bu çalışmanın amacı, yüksek din öğrenim gören öğrencilerin öğrenme iklimi algıları ile akademik özyeterlik ve akademik başarıları arasındaki ilişkiyi incelemektir. Bu çerçevede dört temel araştırma sorusu cevaplanmaya çalışılmıştır: (i) Yüksek din öğrenimi öğrencilerinin öğrenme iklimi ve akademik özyeterlik algıları ne düzeydedir? (ii) Yüksek din öğrenimi öğrencilerinin öğrenme iklimi ve akademik özyeterlik algıları arasında anlamlı ilişki var mıdır? (iii) Yüksek din öğrenimi öğrencilerinin yaş, öğrenme iklimi ve akademik özyeterlik inançları akademik başarılarının anlamlı yordayıcısı mıdır? (iv) Yüksek din öğrenimi öğrencilerinin öğrenme iklimine dair olumsuz algılarına ilişkin görüşleri nelerdir? Karma yöntem ve yakınsak paralel araştırma deseni ile desenlenen araştırmada çeşitleme stratejisi kullanılmıştır. Araştırmada, Türkiye'de devlet üniversiteleri bünyesindeki muhtelif İlahiyat ve İslami İlimler Fakültelerinde yüksek din öğrenimi gören, altı fakülteden, nicel bölümde 1147 öğrenciye Owen ve Froman tarafından geliştirilen, Ekici tarafından Türkçe’ye uyarlaması yapılan Akademik Özyeterlik Ölçeği ve Terzi tarafından geliştirilen, Üniversite Öğrencilerine Yönelik Okul İklimi Ölçeği uygulanırken, nitel bölümde ise aynı fakültelerden 18 öğrenciye görüşme formu doldurtulmuştur. 2019 Mayıs ayında gerçekleştirilen araştırma sonrası elde edilen nicel veri setine normallik testi uygulanmış, verilerin analizinde; Bağımsız Gruplar t Testi, Mann Whitney U Testi, Levene testi, Tek Yönlü Varyans Analizi (ANOVA), Scheffe Testi, Kruskal Wallis H Testi, Pearson product-Moment Korelasyonu, Polyserial Korelasyonu ve Yol Analizi yapılmıştır. Nitel veriler betimsel analizle çözümlenmiştir. Araştırma sonuçlarına göre, yüksek din öğrenimi öğrencilerinin öğrenme iklimi algıları olumsuz çıkmıştır. Yüksek din öğrenimi öğrencilerinin genel olarak Akademik Özyeterlik algıları da olumsuz çıkmıştır. Okul İklimi Ölçeğinin genel ortalaması ile Akademik Özyeterlik Algısı Ölçeğinin genel ortalaması arasında korelasyon orta düzeydedir. Araştırma sonucuna göre elde edilen bulgular alanyazın eşliğinde tartışılmış ve yorumlar sonrası yüksek din öğretiminde pozitif bir öğrenme iklimini sağlayacağı, yüksek din öğretimi öğrencilerinin akademik özyeterliklerini güçlendireceği ve akademik başarılarını artıracağı düşünülen çeşitli çözüm önerileri sunulmuştur. (shrink)
Bu çalışma İbn Sînâ felsefesinde mantıkî tümelin tümel olmak bakımından değerine ve Gazzâlî’nin mantıkî tümel bağlamında İbn Sînâ’ya yönelttiği eleştirilere odaklanmaktadır. Bu iki düşünürün tümel ve tümel türlerini nasıl açıkladıklarına değinip, onların düşünce sisteminde tümelin tekabül ettiği manayı ortaya koyarak Gazzâlî’nin İbn Sînâ’ya yönelttiği eleştirilerinin felsefi analizi yapılmaktadır. Buna göre İbn Sînâ tümelin üç türünden bahsetmektedir. Bu tümeller tabiî, aklî ve mantıkî olarak üç türe ayrılır. Bu tümeller arasındaki ilişkiyse zatî bir ilişkiye dayanır. Bu türden ilişkiyi belirleyen ve ilke veren (...) ise tümellerin dışında olmak zorundadır. Ona göre tümellerin anlamını ve tümel türleri arasındaki zatî ilişkiyi varlık kavramı belirlemektedir. Bu bakımdan aklî tümel tabi tümelin makulü; aklî tümel mantıkî tümelin lazımı olabilir. Öyleyse İbn Sînâ’da tümel kavramı varlığa ilişkindir. Gazzâlî’de ise tümelin üç türünden bahsedebiliriz. O tümelin türlerini isimlendirmez ama onları betimleyerek birbirinden ayırır. Onun ayrımında ise ortaklık kavramı bilfiil ve bilkuvve olmak bakımından ele alınır ve bu kavramsal ayırımlardan hareketle varlık taksim edilir. Bu bakımdan İbn Sînâ’nın tümellere yüklediği anlam ile Gazzâlî’nin tümellere yüklediği anlam arasında arızî bir ayrımdan söz edemeyiz. Bunun tam aksine iki düşünürünün tümellere yüklediği anlam arasında zatî bir farklılık vardır. Bu ayrılıktan hareketle Gazzâlî’nin İbn Sînâ’ya yönelttiği eleştiriler de zatî bir nitelik arz etmektedir. Gazzâlî’nin İbn Sînâ’ya yönelttiği eleştirilerin en açık göstergelerinden biri onun mantıkî tümele yüklediği anlam ve mantıkî tümel bağlamında verdiği örnekte yatmaktadır. Gazzâlî mantıkî tümeli bilkuvve ve bilfiil olmak bakımından ortaklığı kabul etmeyen mana olarak ele alarak ondaki ortaklığı ise tasdike onu olan şeyin dışında bir nedene bağlamaktadır. İbn Sînâ, Gazzâlî’nin mantıkî tümele yüklediği anlamın, söylenmenin tasdikin dışında olması hususuna katılmakla beraber tasavvura konu olmayı açıkça vurgulamaktadır. Gazzâlî ise İbn Sînâ’nın bu gönderimini göz ardı etmiş ve mantıkî tümel bağlamında verdiği “ilah” örneğinden hareketle İbn Sînâ’nın bu kabul edeceğini vurgulamıştır. Halbuki İbn Sînâ’nın felsefi sisteminde “ilah” lafzının tasavvura konu olması mümkün değildir. Çünkü “ilah” tasavvur edilmez ama idrak edilir. Ona göre tasavvura konu olanlar bilkuvve çokluk barındırır. Ama “ilah” lafzı ancak zorunlu varlık olması bakımından tasavvurun konusu olmaya elverişli değildir. Bu bakımdan Gazzâlî’nin eleştirileri beş sanat bakımından cedelî mi yoksa safsata mı olduğu analiz edilebilir. Gazzâlî’nin hem mantıkî tümele yüklediği anlam ve bu anlam için verdiği örnekler onun eleştirilerinin safsata türünden olduğunun zatî niteliğini teşkil etmektedir. (shrink)
Vision is known to improve human postural responses to external perturbations. This study investigates the role of vision for the responses to continuous pseudorandom support surface translations in the body sagittal plane in three visual conditions: with the eyes closed, in stroboscopic illumination and with eyes open in continuous illumination with the room as static visual scene. In the frequency spectrum of the translation stimulus we distinguished on the basis of the response patterns between a low-frequency, mid-frequency, and high-frequency range. (...) With EC, subjects’ mean sway response gain was very low in the LFR. On average it increased with EO/SI and more so with EO/CI. In contrast, the average gain in the MFR decreased from EC to EO/SI and further to EO/CI. In the HFR, all three visual conditions produced, similarly, high gain levels. A single inverted pendulum model controlling center of mass balancing about the ankle joints formally described the EC response as being strongly shaped by a resonance phenomenon arising primarily from the control’s proprioceptive feedback loop. The effect of adding visual information in these simulations lies in a reduction of the resonance, similar as in the experiments. Extending the model to a double inverted pendulum suggested in addition a biomechanical damping effective from trunk sway in the hip joints on the resonance. (shrink)
Learning, which is the main key of innovation, is an indispensable element for companies to gain sustainable competitive advantage. Although not being adequately studied in management literature, network learning capability, a type of organizational learning ability, is a determining factor in the innovation process. Likewise, open-mindedness is a component that accelerates the creation of knowledge in the organization as well as encouraging the organization to be open towards new opportunities and to value different opinions. In this study, a model including (...) these variables was designed and the mediator role of network learning in the relationship between open-mindedness and innovation performance was explored. It is suggested that open-mindedness has a positive effect on innovation performance and that network learning capability possesses a mediator role in this relationship. The data were collected through surveys answered by the middle and senior managers of Turkey’s leading companies. As a result, it is pointed out that there is a positive and significant relationship between open-mindedness and innovation performance, and that network learning has a mediator effect on this relationship. This study adds value to the management literature by highlighting the momentousness of network learning capability in the innovation process as well as offering several avenues of future studies and implications for different stakeholders. (shrink)
İnsan “kendini bil”melidir. Çünkü insanın kendini bilmemesi yani eksikliğinin, aldatılırlığının ya da yanılabilirliğinin farkında olmaması onun temelde kendi benliğini, toplumsal rollerini, ahlaki ve siyasal varlık oluşunu yitirmesine sebep olacaktır. İnsan aklıyla ayakları yere basan ama kibriyle başını arşa kaldıran bir varlıktır. Eğer aklı onun kibirli başını eğdirmeyi başaramazsa kaçınılmaz olarak kibirli söz ve üslup, kibirli bakış ve görüş ortaya çıkacaktır. Kibir ile ortaya konulmuş her düşünce en temelde ahlaki sorunlar ortaya çıkaracağı gibi bir de, eksikliklerini kabul etmeyen dogmatik bir tutum (...) sergileyecektir. Kibir insana her yaptığının en doğru, en güzel, en kudretli olduğunu fısıldar durur. Bu fısıltı kişinin durup düşünmesine, aklın devreye girmesine izin vermedikçe de, hata yapılmaya devam edilir. Tüm bunlardan hareketle bu çalışmamızda günümüz felsefesinin temel bir sorunu olan, bir alanda uzmanlaşmış olma özgüveniyle birlikte kâinatın bilgisine bütünüyle sahip olunduğuna ilişkin bir düşünce geliştirmenin entelektüel dünyaya büyük bir darbe vuracağı, Yunus Emre’nin Risalet’ün Nushiye eserinin “Kibir Destanı” bölümünden hareketle ele alınacaktır. (shrink)
Bilimin ne olduğunun tespit edilmesi ve bilimi sözde bilimlerden ya da bilimsel olmayan alanlardan ayırt edecek ölçütün ne olması gerektiğine yönelik tartışma, bilim felsefesinde sınır çizme sorunu olarak ele alınmaktadır. Bu makalede, öncelikle söz konusu soruna yönelik geleneksel yaklaşımlar incelenmiş ve ardından bu yaklaşımların bilimsel toplulukların doğasına ilişkin özellikleri göz ardı ettiği ortaya konmuştur. Daha önce yapılan çalışmalar bilimi daha çok önermeler, ifadeler ya da salt epistemik bir sistem olarak ele almakta ve bilimsel akıl yürütmenin biçimi ile bilimsel kuramların özelliklerine (...) odaklanmaktadır. Bu tespit çerçevesinde, sunulan çalışmada, bilimsel bir disiplinin asgari olarak iki özellik (yapısal ve kanıta dayalı olması) üzerine kurulması gerektiği vurgulanarak, sınır çizme sorununun çözümüne yönelik önerilen alternatif ölçüt bilimin sosyal yönüne dikkat çekmektedir. Bu bakımdan, makalenin asıl ilgisi, sınır çizme sorununu alternatif bir yolla ele alabilmek amacıyla bilimin ve onun uygulayıcılarının sosyal özelliklerine yönelik tespitleri, sözde bilimin uygulayıcıları ile kıyaslayarak aktarmaktır. Makale, bir disiplinin sözde bilim olarak nitelendirilebilmesi için öncelikle o disiplinin bilimsellik iddiasında bulunması, daha sonra bilimsel topluluk tarafından sürdürülen bir araştırma geleneğine kabul edilmemiş ya da bu araştırma geleneği tarafından terk edilmiş olması gerektiği düşüncesi ile sonuçlandırılmıştır. (shrink)
Zengin içeriği ile okuyucuları cezbeden edebi ürünlerden biri de seyahat yazılarıdır. Edebiyatımızda seyahatname, Arap edebiyatında ise riḫle/reḫalât diye adlandırılan bu türde yazılan eserler pek çok edebi tür barındırmaktadır. Edebi nesir, şiir, edebiyatçılar arası yazışmalar, risaleler, edebiyat tarihi ile ilgili notlar, edebiyatçıların biyografileri hakkında bilgiler bunlardan bazılarıdır. Çalışmaya konu edilen seyahatname, döneminde takdir gören bir şair olan Mustafa Esad el-Luḳaymî’nin (ö. 1178/1765) Mevâniḥu’l-uns bi riḥletî li vâdi’l-Ḳuds isimli eseridir. Bu eserde şair, 6 ay süren yolculuğunu anlatmaktadır. Bu yolculuk 1143/1731 tarihinde (...) Dimyat’tan başlamış, sırasıyla Kudüs, Şam ve Lübnan’la devam etmiş, tekrar Dimyat’ta son bulmuştur. Bu çalışmada sadece, şairin Kudüs gezisinde söylediği şiirler ele alınmıştır. Kudüs, kutsallığı ayet ve hadislerle sabit olan dini açıdan mübarek kabul edilen bir şehirdir. Ziyaret edilmesi Hz. Peygamber tarafından teşvik edildiği için Müslümanlar tarafından Mescid-i Aksa’da ibadet edilmek üzere kendisine yolculuklar yapılan kutsal bir belde olmuştur. Bu seyahatleri yapan kimi edebiyatçılar yaşadıklarını kaleme alarak edebiyata katkı sunmuşlardır. (shrink)
Her felsefi kongre zorunlu olarak politik bir öneme sahiptir. Bu, yalnızca felsefenin özünü her zaman politik olanın özüne bağlayan bir şey yüzünden değildir. Temel ve genel olarak, bu politik ima ona [felsefe ve politika arasındaki a priori ilişkiye] ağırlık katıyor, onu daha ciddi kılıyor ve özellikle felsefi kongre aynı zamanda uluslararası bir kongre olduğunda onun ayırıcı özelliğini de belirliyor. Uluslararası bir felsefe konferansı olasılığı sınırsız bir biçimde, farklı çizgilerle birlikte ve genelliğin birçok düzeyinde araştırılabilir. En genel anlamında böyle bir olasılık, (...) felsefenin özüne aykırı olarak, ulusal felsefelerin oluşturulduğu anlamına gelir. Belirli bir anda, belirli tarihsel, politik ve ekonomik bağlamda, bu ulusal gruplar, uluslararası toplantılar düzenlemeyi, ulusal kimlikleriyle temsil edilmeyi ve burada kendi farklılıklarını belirlemeyi ya da ilişkilendirmeyi zorunlu görmüştür. Bu tür bir farklılıklar toplantısı, bir dereceye kadar sadece öğretisel bağlam veya belli bir felsefi “üslup” tarafından tanımlanan ulusal felsefi kimliklerin öngörülmüş olduğu durumlarda gerçekleşebilir. Ancak, farklılıkların ilişkilendirilmesi de ortak bir unsuru öngörür: bir toplantı ancak tüm katılımcıların paylaştığı, bu durumda felsefi söylemin evrenselliği denilen ortak bir imge ile gerçekleşebilir. Bu kelimelerle, özüyle belirli bir dil grubu ve “kültürler” ile özdeşleştirilen bir projeden daha az bir olgu belirledim. Zira açıktır ki, bu unsurun şeffaflığının başına bir şey gelmiştir. (shrink)
İdrak ve niteliği felsefenin en önemli problemlerinden biridir. İbn Sînâ hissî, hayalî, vehmî ve aklî olmak üzere dört farklı idrak mertebesi dillendirir. Buna göre insan nefsi nesnelerin suretlerini duyu yetileriyle algılar. Daha sonra bu suretleri hayal yetisine teslim eder. Akabinde akıl bu sureti barındırdığı maddî eklentilerden arındırarak aklî suretlerin oluşumu için gerekli zeminleri hazırlar. Daha sonra faal akıl insan nefsine aklî suretleri verir. İnsan zihninde duyularla algılanan bu kavramlardan başka kavramlar da vardır. Bu küllî kavramların yeri nesnel âlem değil öznel (...) âlemdir. İslam felsefesi geleneğinde Fârâbî ilk defa bu ayırımı yapar ve ma‘kūlleri birinci ve ikinci ma‘kūller diye iki kısma ayırır. İbn Sînâ da bu sınıflandırmayı benimser ve konu hakkında yeni açıklamalar getirir. İbn Sînâ, ikinci ma‘kūllerin sonraki dönemlerde yapılan felsefî ve mantıkî ayırımını her ne kadar dillendirmese de eserlerinden bu iki ma‘kūl türünün farklılığına teveccüh eder. Bu çalışmada İbn Sînâ felsefesinde idrak olgusunun gerçekleşme niteliği ele alınacak ve daha sonraki dönemlerde dillendirilen ikinci felsefî ma‘kūl anlamların İbn Sînâ felsefesindeki yeri açıklanacaktır. (shrink)
İslam hukukun temel ilkelerinin yazımında ve beyanında usûlcülerin yöntemleri farklıdır. Şîrâzî, fıkıh usûlünde birçok kitap telif etmiş, şöhreti yayılmış bir usûlcüdür. Bu çalışmada Şîrâzî’nin ve onun en önemli kitaplarından olan “el-Luma’ fî usûli’l-fıkh”ın tanıtımı yapılacak ardından yönteminin en belirleyici özellikleri ve kitabının içeriğini sunma yaklaşımı açıklanacaktır. Böylece uygulamalı bir şekilde mensup olduğu fıkhî ekolün ayırt edici özelliklerinin tesbiti yapılacaktır. Araştırmanın neticesinde Şîrâzî’nin mütekellim metodunu takip ettiği sonucuna varılmıştır. Eserinde fıkıh usûlünün bir dizi teriminin tanıtımına ve usûl kaidelerinin beyanına yer vermesi, (...) onları farklı kanıtlarla doğrulaması ve kaleme alması metodunun belirleyici özelliklerindendir. Şîrâzî, akli, nakli ve dilin delaleti olmak üzere farklı deliller kullanır. Selefin araştırdıkları konuları nakledip kapsamlı bir incelemeyle tartışmalı konuları aktarır. Furu’u fıkıh konularına veciz bir şekilde, sadece temel kaideleri açıklaması ve örnek olması açısından değinir. Eserinde fıkıh usûlü konularına ayrıntılı bir şekilde yer verir ancak kelamî konulara yer vermez. Şîrâzî’nin görüşlerinin kesin delillerle desteklenmesi fikrî bağımsızlığına işarettir. O, araştırmasında tarafsız ve bağımsızdır. Herhangi bir mezhep taassubu düşüncesi yoktur. İhtilaflı meselelerde muhaliflerin delillerini zikretmemesinden ötürü eleştirilmiştir. Eseri bazı meseleler hariç fıkıh usûlünün bütün konularını şamildir. Alanında faydalı ve ulemanın istifade ettiği bir eserdir. (shrink)
Bu çalışmada 19. Yüzyıl Alman-Yahudi oryantalistlerin İslâm algısı konu edilmektedir. Giriş ve sonuç hariç dört başlıktan oluşan çalışmada ilk olarak Alman oryantalizmi hakkında genel hatlarıyla bilgi verilmiş, emperyalizm ve sömürge faaliyetleriyle ilişkisi sorgulanmış ve İngiliz ve Fransız gibi diğer oryantalist geleneklerle bağlantısına dikkat çekilmiştir. İkinci başlıkta Alman-Yahudi oryantalistlerin 19. yüzyılda içinde bulundukları dinî ve sosyo-kültürel konumları incelenmiş ve İslâm araştırmalarına katılmalarının arkasında yatan etkenler tespit edilmeye çalışılmıştır. Onların, siyasi etkenlerin yanı sıra daha ziyade birtakım dinî ve sosyo-kültürel etkenlerle İslâm araştırmalarına (...) katıldıkları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Son iki başlıkta ise onların İslâm algısı mercek altına alınmış, İslâm, Hz. Muhammed ve Kur’an hakkındaki düşünceleri sunulmuştur. Burada temel olarak, asırlardır süregelen ana akım Hıristiyan-Batı oryantalizmi geleneği içerisinde konumları ve bu gelenekten onları ayıran hususiyetler inceleme konusu yapılmıştır. In this study, the perception of Islam by 19th century German-Jewish orientalists is discussed. The study consists of four titles, excluding the introduction and conclusion. Firstly, general information about German orientalism is given, its relationship with imperialism and colonial activities is questioned, and attention is drawn to its connection with other orientalist traditions such as British and French. According to the researchers, the relationship of German orientalists with colonial activities was not as intense as the members of other orientalist traditions, so political factors remained in the background in their research, and they were able to adopt a more objective point of view. This was explained by Germany's relatively late participation in colonial activities. Therefore, it is important to determine the religious and socio-cultural factors in their perception of Islam. The beginning of German orientalism's involvement in Middle Eastern and Islamic studies dates to the first half of the 19th century. This was mostly carried out by the hand of German-Jewish orientalists. Thanks to them, there was a boom in orientalist Islamic studies, and this situation continued until the Second World War. In other words, German-Jewish orientalists had a vital importance for both German and Western orientalism. In the second section, the religious and socio-cultural positions of German-Jewish orientalists in the 19th century were examined, and the factors behind their participation in Islamic studies were tried to be deter-mined. It has been tried to reveal that they participated in Islamic studies with some religious and socio-cultural factors as well as political factors. While participating in Islamic studies, the main starting points were determined, and in this context, their thoughts and studies on both Judaism and Christianity were pointed out. (shrink)
Klasik Arap edebiyatı eleştirmenleri tasviri kategorize ederken; betimlenen unsurun olduğu gibi nakli ve kendisine sanatsal yorum katılmak suretiyle nakli şeklinde ikiye ayırmışlardır. Modern dönemde Arap edebiyatı bilginleri ise, bu tasvir çeşitlerini kavramsal olarak karşılayacak bir takım ıstılâhî açılımlar getirmişlerdir. Modern dönem Arap edebiyatında edebî tasvir üslubu hissî ve hayâlî tasvir diye ikiye ayrılmıştır. Temel duyu organlarıyla hissedilen dış dünyanın betimlenen unsurlarının herhangi bir ekleme ve yorum katmaksızın olduğu gibi aktarılmasına hissî, teşbih ve istiare gibi söz sanatlarıyla süslenerek aktarılmasına ise hayali (...) tasvir denmiştir. Ayrıca hayali tasvir; naklî, maddî ve vicdânî tasvir şeklinde üç sınıfa da ayrılmıştır. Naklî tasvirde dış dünyadaki iki somut unsur veya sahne arasında benzerlik ilgisi kurulmaktadır. Maddî tasvirde, bir fikir veya bir ruh halinin müşahhas bir öğenin veya fiziksel bir portrenin kendisine veya bir yönüne benzetme durumu söz konusu olmaktadır. Vicdani tasvir üslubunda ise cansız veya akılsız varlıklar insani kişilikler kazanmaktadır. Bu araştırmada hayali tasvir üslubunun Kur’ân kıssalarındaki izdüşümüne ışık tutulmaya çalışılacaktır. Bu bağlamda naklî, maddî ve hayalî tasvir çeşitlerinin Kur’ân retoriğine nasıl yansıdığı noktasında da nispeten bir fikir edinmek amaçlanmıştır. (shrink)
Hz. Peygamber’i konu alan ilk şiirler daha o hayattayken ortaya çıkmıştır. Sonraki asırlarda ortaya çıkan gelişmelere bağlı olarak Peygamber’e karşı şevkli duyguları dile getirmek, onu ve Risâlet’ini savunmak için söylenen şiirlerin sayısında büyük bir artış olmuştur. Bu türün en çok artış gösterdiği yerlerin başında Endülüs gelmektedir. Endülüs’te Peygamber övgüsünün ilk örnekleri Mülûkü’t-tavāif (1031-1090) döneminde ortaya çıkmıştır. 5./11. asrın sonlarına kadar zühdiye, mersiye ve istiṣrāḫ (feryat) şiirlerinin içerisinde işlenen Peygamber methiyeleri tasavvufî düşüncenin de edebiyat çevrelerine nüfuz etmesiyle sürekli artan örnekler sayesinde (...) el-Medāiḥu’n-Nebeviyye/Nebeviyyāt adıyla ifade edilen müstakil bir tür haline gelmiştir. Endülüs’te Peygamber övgülerinin dönüm noktası Doğu’da olduğu gibi 7./13. asra denk gelen Muvahhidler dönemidir (1147-1238). İlk olarak 4./10. yüzyılda Fātımîler tarafından siyâsî yönetimlerine meşruiyet kazandırmak için başlatılan ve Kuzey Afrika’da her yıl Rabîulevvel ayının on ikisinde düzenlenen mevlit kutlamaları, Muvahhidler döneminin sonlarında Endülüs’e intikal etmiş ve zamanla Endülüs’teki en büyük resmî ve dînî bayramlardan biri haline gelmiştir. Her yıl Endülüs’ün dört bir yanında kutlanan mevlid bayramı ve kutlamalar münasebetiyle okunan yüksek nitelikli şiirlere ödüllerin verilmesi bu alandaki edebî zenginliğe büyük katkı sağlamıştır. Peygamber övgülerinde Ebū Zeyd el-Fāzāzī (ö. 627/ 1230), İbnu’l-Cennān el-Enṣārī (ö. 650/1252), İbn Cābir (ö. 780/1378) ve İbn Zümrek (ö. 797/1395) gibi birbirinden yetenekli şairler ortaya çıkmıştır. Muvahhidler döneminin en seçkin nebevî medih şairlerinden biri olan Ebū Zeyd el-Fāzāzī’nin, Iraklı şair Yahya eṣ-Ṣarṣarî (ö. 656/1258) ve Mısırlı şair Būṣīrī’den (ö. 695/1296) önce Peygamber övgülerinin Endülüs’te yayılmasına öncülük ettiği söylenir. Alfabetik sıraya göre yazdığı ve tamamını peygamber övgülerine tahsis ettiği el-Vesāilu’l-muteḳabbele adında bir divanı bulunmaktadır. Hz. Peygamber hakkında söylediği methiyelerin ünü Kuzey Afrika’ya kadar yayılmış, bayramlarda ve özel günlerde kasidelerinin okunması bir gelenek haline gelmiştir. Muvahhidler devletinin görkemli günlerine ve çöküşüne tanıklık eden İbnu’l-Cennān da, nebevî medih kasidelerinin çokluğu ve kalitesinden dolayı Peygamber şairi Hassān b. Sābit’e (ö. 60/680 [?]) denk tutularak şāʿiru’l-medīḥi’n-nebī olarak anılmıştır. İbn Cābir el-Endelusī ise bedīʿiyye türü kasidelerin mucidi Ṣafiyyuddīn el-Ḥillī’nin (ö. 749/1348) ardından bu alanda ikinci kasideyi yazarak Endülüs’te bedīʿiyyāt türü kasidelerin öncüsü olmuştur. Muvahhidler devletinin sonu ile birlikte çöküş sürecine giren Endülüs’te siyâsî istikrarsızlığın nebevî medih şiirlerine etkisi açıktır. Birçok şaire göre Endülüs’te Müslümanların içine düştüğü bu kötü durumdan kurtuluş, yeniden Hz. Peygamber’in sünnetlerine yapışmakla mümkündür. Muhtemelen bu düşüncenin bir yansıması olarak 7./13. asırdan itibaren pek çok şair kasidelerini Hz. Peygamber ve sünnetini anlatmaya tahsis etmiştir. Şiirlerinde Hz. Peygamber’i bütün ayrıntılarıyla anlatan şairler, onu methetme sayesinde içine düştükleri sıkıntı/hastalıklardan kurtulmayı ve cennette yüce makamlara ulaşmayı umarlar. Hz. Peygamber’in fizîkî özelliklerine de değinen şairler, onun mütebessim simasını ekseriyetle parlak bir güneşe ve dolunaya benzetirler. Hitabet gücü bakımından ise akıcı bir dile sahip olduğunu ve asla kötü söz söylemediğini belirtirler. Hz. Peygamber’i hoşgörü, adalet ve cesaret gibi ahlâkî erdemlerle öven Endülüslü şairler, sağanak yağmuru andıran ihsanlarının çokluğundan dolayı mahlûkatta ondan daha merhametli ve cömert birinin olmadığını ifade ederler. Endülüslü nebevî medih şairleri kaside yapısı bakımından Arap şiirinin geleneksel formlarına bağlıdırlar. Kasidelerin giriş bölümlerinde umumiyetle Hz. Peygamber’e ve kutsal mekânlara duydukları özlemi dile getirirler. Ana tema çoğunlukla, Hz. Peygamber ve onun üstün meziyetleri olup genellikle methiyelerini Hz. Peygamber’e salâtüselâm ile bitirirler. Birkaç sûfî şair hariç şiirlerinde sade ve anlaşılır bir dil kullandıkları söylenebilir. Şiirlerinin ilham kaynağı Kur’ân ve hadislerdir. Endülüslü şairler şiirlerinde kaside yapısını bozmadan bedî sanatlarını kullanmışlardır. Şiirdeki müzikaliteyi ise cinâs sanatının yanı sıra, aruz vezni ve kafiye düzeni ile sağlamışlar bazen de bunu tekrar yoluyla desteklemişlerdir. İbnu’l-Cennān’ın kasidelerinde tekrarın her türlüsünü görmek mümkündür. Yurt dışında Endülüs Şiirinde Peygamber Methiyeleri ilgili bazı çalışmalar yapılmış olmakla birlikte ülkemizde muhtasar olarak ele alınan bir çalışmanın bulunduğu, dolayısıyla da hak ettiği ölçüde çalışılmadığı anlaşılmaktadır. Bu çalışmada, Hz. Peygamber’in Endülüs’teki yeri ve ona duyulan muhabbetin bir yansıması olan methiyeler incelenecektir. Ayrıca Endülüs’teki Hz. Peygamber tasavvuru dönemin siyâsî, sosyal ve kültürel çerçevesi içerisinde anlamlandırılmaya çalışılacaktır. (shrink)
Annemarie Schimmel, dünya dinleri, felsefe, biyografi, edebiyat gibi ko-nularda kaleme aldığı eserlerle Doğu’da ve Batı’da isminden söz ettiren velûd bir akademisyendir. Diğer yandan onun özellikle tasavvuf alanında ortaya koyduğu çalışmalar, tasavvuf düşünce geleneğinin Batılı araştırmacılar tarafından objektif bir perspektiften okunmasına ve yeniden ilgi odağı olarak değerlendirilmesine sebep olmuştur. Tasavvuf tarihi olarak değerlendirebileceğimiz Mystische Dimension des Islam, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin tasavvufî görüşlerini irdelediği Ich bin Wind du bist Feuer, tasavvufa giriş niteliğinde olan Sufismus: Eine Einführung in die islamische Mystik ve Hallac-ı (...) Mansûr’u konu edindiği Al-Halladsch: Märtyrer der Gottesliebe: Leben und Legende eserleri, onun bu sahada bilinen çalışmalarından birkaçıdır. Schimmel, Yunus Emre’nin bazı şiirlerini de Ausgewählte Gedichte von Yunus Emre isimli eseriyle Almanca’ya tercüme etmiştir. Ayrıca onun Yunus Emre’nin tasavvufî görüşlerini tahkiye metoduyla anlattığı ve bazı şiirlerini irdelediği Wanderungen mit Yunus Emre ismiyle bilinen çalışması Anadolu’da tasavvuf kültürü ile irtibatlı olarak tasnif edilebilecek bir diğer eseridir. Bu makale, eserlerinden hareketle Schimmel’in Anadolu’da yetişmiş bir mutasavvıf olarak Yunus Emre telakkisini ve onun perspektifinden Anadolu’da tasavvufî düşüncenin ve kültürün izdüşümlerini konu edinmektedir. (shrink)
İnsan dost olarak kendini bilir. Bu çalışma fıtratı üzerine kendini bilme eyleminde, dost kavra-mının ‘Dost etiği’ bağlamında yerini sorgulamak olacaktır. Dostu kardeş karşılığı kullanmayı denemek istiyorum. Kardeşlik ya dost, fıtrat üzere sorumluluk bilinci olanın kendisi için insanlı-ğı görme biçiminin adıdır. Dost, nesne bir örnek olan üzerinden insanlığın kendini arayış serüve-ninde her bir anda varoluşa dahil olmanın imkanıdır. Bu çalışma dost etiği başlığıyla bu imkânı Yunus Emre üzerinden betimlemeyi amaçlamaktadır.
In _Kant on Conscience_ Emre Kazim offers the first systematic treatment of Kant’s theory of conscience. Contrary to the scholarly consensus, Kazim argues that Kant’s various discussions of conscience are philosophically coherent aspects of the same unified thing.
With the findings of microbiome studies, many artists have begun to focus on environments where microbe-human interactions take place. Beyond the sharp boundaries that separate human and microbe as distinct entities, they give an artistic expression to the complex symbiotic modes between them. Güneş-Helen Isitan’s work _Hybridities_: _Almost Other_ creates images of human-microbe symbiosis by mobilizing certain scientific tools and discourses and the possibilities of photographic medium. A “microbe-image” emerges as a result of multi-species interaction and is produced by traversing (...) multi-sites. Its apparatus contains its own production process as a problematic knot to be posed. This requires approaching the work with a certain ethnographic sensibility. As a result, manufacturing life through microbe-images becomes inseparable from technical, scientific, social, methodological, and philosophical issues that are weaved in _Hybridities_: _Almost Other_’s “biophotographic” apparatus. (shrink)
Analogy-making is finding analogies between different situations. In this paper, we provide a new model of computational analogy-making which uses Situation Theory as its formal background. Situation Theory is a semantic and logical theory which provides a naturalistic way to represent relations in situations. The system described in this paper is aimed at solving analogy problems made by basic geometric figures in a chessboard-like environment.
In his book, Emre Şan undertakes a confrontation between Merleau-Ponty and Patočka on the question of transcendence understood as a phenomenological problem,indeed as the problem of phenomenology. This approach has the great merit of identifying the meaning of being of Being as promise, on the path of an ontology beyondHusserl and Heidegger. Emre Şan’s book thus offers a very important contribution to phenomenological studies.
This title examines the fields of value theory, normative and applied ethics on the issue of killing animals. It addresses a number of questions: Can painless killing harm or benefit an animal and, if so, why and under what conditions? Can coming into existence harm or benefit an animal? Is killing animals morally acceptable? Should animals have the legal right to life? In addressing these questions, animal rights and animal welfare positions are articulated and debated by some of the foremost (...) thinkers on these issues, with a distinction made between rights-based and utilitarian approaches. (shrink)
Mustafa Dikec reveals the aesthetic premises that underlie Hannah Arendt, Jean-Luc Nancy and Jacques Ranciere's political thinking, and demonstrates how their politics depend on the construction and apprehension of worlds through spatial forms and distributions. Exploring these dimensions of the political, he argues that politics is about how perceive and relate to the world. Space is a form of appearance and a mode of actuality, and the disruption of such forms and modes is the sublime element in politics.
The recent revival of the theme of hospitality in the humanities and social sciences reflects a shared concern with issues of belonging, identity and placement that arises out of the experience of globalized social life. In this context, migration — or spatial dislocation and relocation — is often equated with demands for hospitality. There is a need to engage more carefully with the ‘proximities’ that prompt acts of hospitality and inhospitality; to attend more closely to their spatial and temporal dimensions. (...) Is the stranger or the Other primarily one who is recognisably ‘out of place’? Or is there more to being estranged than moving from one territory to another? This brings us to the question of human finitude, and to the possibility of encounters with others that do not simply only occur in time or space, but are themselves generative of new times and spaces. (shrink)
The post-modernist approach to architecture often presents tradition as a problem of image. Postmodernism prioritizes the display of stylized images of historic buildings in order to prompt one to deal primarily with the visual appeal of the historic forms rather than the experience of the buildings.
The effectiveness of a compliance management framework can be guaranteed only if the framework is based on sound conceptual and formal foundations. In particular, the formal language used in the CMF is able to expressively represent the specifications of normative requirements that impose constraints on various activities of a business process. However, if the language used lacks expressiveness and the modelling constructs proposed in the CMF are not able to properly represent different types of norms, it can significantly impede the (...) reliability of the compliance results produced by the CMF. This paper investigates whether existing CMFs are able to provide reasoning and modeling support for various types of normative requirements by evaluating the conceptual foundations of the modeling constructs that existing CMFs use to represent a specific type of norm. The evaluation results portray somewhat a bleak picture of the state-of-the-affairs when it comes to represent norms as none of the existing CMFs is able to provide a comprehensive reasoning and modeling support. Also, it points to the shortcomings of the CMFs and emphasises exigent need of new modeling languages with sound theoretical and formal foundations for representing legal norms. (shrink)
The attempt in this article is to reflect on the notion of hospitality, building on Derrida's engagement with the notion. In doing so, I visit some of the debates on cosmopolitanism, a term which, I believe, is sometimes used overenthusiastically, neglecting the negative implications it might carry. Besides, I observe the same uncritical stance towards the reception of Kant's notion of `universal hospitality', developed in his famous piece on `Perpetual Peace', a text that has been at the core of the (...) recent debates on cosmopolitanism. I revisit Kant's text to discuss the implications of his project. I distinguish between `the other' and `the stranger', and try to develop a politics and ethics of hospitality due to the stranger. I conclude with some implications of `not being home'. (shrink)
This paper investigates the Turkish Constitutional Court (TCC)’s treatment of legal challenges brought against Turkey’s legal responses to the COVID-19 pandemic. Drawing on a detailed examination of the TCC’s institutional features, political origins and jurisprudential trajectory, and taking three politically salient judgments of the TCC concerning Turkey’s executive-dominated pandemic control as the point of departure, the paper argues that the TCC chose to exercise judicial restraint both in protecting fundamental rights and reviewing pandemic policies of the executive. It also argues (...) that the TCC’s judicial restraint during the pandemic was simply the re-manifestation of its ‘play-it-safe’ strategy — a judicial stance the TCC willingly adopted in the aftermath of the 2016 attempted coup despite possessing strong constitutional powers of judicial review, and its established attitude of assertive scrutiny in the past. From a more theoretical perspective, the analysis also explores how the passive role to which the TCC is consigned in an increasingly authoritarian regime since the 2016 failed coup relates to the global phenomenon of judicialization of authoritarian politics. (shrink)
The attempt in this article is to reflect on the notion of hospitality, building on Derrida's engagement with the notion. In doing so, I visit some of the debates on cosmopolitanism, a term which, I believe, is sometimes used overenthusiastically, neglecting the negative implications it might carry. Besides, I observe the same uncritical stance towards the reception of Kant's notion of `universal hospitality', developed in his famous piece on `Perpetual Peace', a text that has been at the core of the (...) recent debates on cosmopolitanism. I revisit Kant's text to discuss the implications of his project. I distinguish between `the other' and `the stranger', and try to develop a politics and ethics of hospitality due to the stranger. I conclude with some implications of `not being home'. (shrink)