La obra al-D_aji-ra al-saniyya fi- ta�ri-j aldawla al-mari-niyya, que aborda la historia de los Banu- Mari-n, incluye una serie de noticias referentes a otras tierras de la Da-r al-Islam, como Egipto, Siria o al-Andalus. La autoría de la misma no ha sido determinada, por lo que señalaremos las noticias más destacadas sobre este asunto. De la información que ofrece esta obra acerca de al-Andalus, este artículo se centra en el análisis de los fragmentos relativos a los territorios conquistados por Castilla (...) durante el s. XIII, que no había sido aprovechada hasta el momento, y que contribuye a ampliar nuestro conocimiento acerca de este período histórico, muy especialmente por lo que respecta a la suerte que corrieron las poblaciones musulmanas y a la cronología de la conquista. Abordamos las actitudes adoptadas por los dirigentes políticos de al-Andalus y el Magreb, ante el avance de los cristianos, desde la resistencia hasta la conversión, y la importancia que este grupo concedió a las luchas contra los cristianos, que fueron un elemento de legitimación del poder político de los Banu- Mari-n, objetivo destacado del autor de la obra. (shrink)
La thèse d’indétermination de Quine est souvent considérée comme découlant de l’adoption d’un point de vue naturaliste. Contre cette lecture, qui manque la distinction entre empirisme et naturalisme, nous montrons comment l’indétermination est fondée dans une philosophie demeurant empiriste malgré la critique des deux dogmes de l’analyticité et du réductionnisme. Cet empirisme entre en conflit avec certaines thèses de l’épistémologie naturalisée défendue par Quine.Quine’s thesis of indeterminacy is often seen as grounded in his naturalism. Against this interpretation, which confuses empiricism (...) with naturalism, we show how indeterminacy is grounded in a philosophy which remains empiricist albeit the rejection of analyticity and reductionism. This empiricism conflicts with some theses of naturalized epistemology. (shrink)
Mélia en a assez des sobriquets et remarques désobligeantes que lui valent quotidiennement ses cheveux extrêmement courts, qui entraînent de surcroît les gens à la confondre avec un garçon. "Pour avoir l'air d'une vraie fille" et séduire ainsi le beau Jérôme, la fillette se met donc en tête de prendre tous les moyens possibles pour faire allonger sa chevelure dans les plus brefs délais. Mais voilà, potions magiques et perruques causent des désagréments qu'elle n'avait pas envisagés... Et si la patience (...) et le naturel étaient encore les meilleurs des remèdes? -- Un roman empreint à la fois d'humour et de sensibilité qui démontre que la véritable beauté ne réside pas dans les standards véhiculés par la société et que la féminité ne passe pas forcément par ces derniers. Quelques illustrations stylisées en noir et blanc accompagnent le récit, porté par une écriture vive et rythmée, qui pourra notamment aider les enfants suivant des traitements médicaux à accepter et surmonter la perte de leurs cheveux. [SDM]. (shrink)
Eh bien ! Tu es quoi toi, dit le Pigeon ? Je vois bien que tu essaies de me raconter des histoires ! Je. Je suis une petite fille, dit Alice, pas très sûre d'elle car tous les changements qu'elle avait subis ce jour-là lui revenaient à l'esprit. En voilà une bonne, vraiment ! dit le Pigeon d'un ton plus que dédaigneux. Les Aventures d'Alice au Pays des merveilles. En juin 1992 s'est tenu à Amsterdam, dans les deux universités, le (...) premier colloque international sur les jeunes filles.. (shrink)
Kur’an’ın kendine has birbiriyle irtibatlı kelimeler dünyası bulunmakta-dır. Doğru bir Allah tasavvuru, Allah-âlem, Allah-kul, âlem-kul ilişkisinin nasıl olması gerektiği bu kelime dünyası tarafından anlatılmaktadır. Bu nok-tada Kur’an’da herhangi bir konu anlatılırken aralarında sıkı irtibat olan kelime grupları kullanılmıştır. Örneğin Allah Kur’ân’da kendisini, Rakîb, Alîm, Basîr, Habîr, Latîf vb. lafızlarla insanın idrakine yansıtmakta ve böylece doğru bir Allah Tasavvuru oluşmasını amaçlamaktadır. Bu çalışmada, öncelikle ra-ka-be /رقب kökünün etimolojisi üzerinde durulacaktır. Zira bir kelimenin dildeki asli anlamı ve türevleriyle beraber sonradan kazandığı anlamların (...) tespiti, ilgili kelimenin anlam sahasını keşfetme ile mümkündür. Akabinde bu kökün türevlerinden “Rakîb” kelimesi ile anlam ilişkisi olan ve Yüce Allah’ın Kur’ân’da kendisine nispet ettiği sıfatlarından, Alîm, Basîr, Habîr, Şehîd kelimeler tahlil edilecektir. Bu bağlamda doğrudan olmasa da dolaylı olarak Allah’ın görmesini ve gözetlemesini ifade eden kelimelere ve ilgili âyetlere yer verilecektir. Böylece ra-ka-be kökünün Kur’an siyakındaki anlam sahası ortaya konulmuş olacaktır. (shrink)
La differenza tra i concetti di sa?s?ra e nirv??a stabilita dal Buddha (VI-V sec. a.C.) nel suo primo sermone sembra essere messa in discussione dall’equiparazione dei due termini effettuata da N?g?rjuna (II sec. d.C.) in un passaggio-chiave delle sue MK2. Questo articolo, in primo luogo, difende la tesi che la contraddizione sia soltanto apparente e che la relazione, di differenza o di identità, tra le due dimensioni dipende dal registro filosofico, rispettivamente epistemologico e ontologico, usato – in entrambi i casi (...) per finalità soteriologiche – dal Buddha e da N?g?rjuna. In secondo luogo, cercheremo di provare che, in ogni caso, l’ontologia di N?g?rjuna, lungi dall’essere una novità filosofica o un’evoluzione rispetto al pensiero del fondatore del buddhismo è, al contrario, una delle possibili applicazioni della dottrina del non-sé (an?tma-v?da) – probabilmente il contributo più importante e originale del pensiero buddhista alla storia della filosofia universale – esposta dal Buddha nel suo secondo sermone. (shrink)
Résumé Je me propose de faire un bref aperçu des traductions bulgares de l’œuvre de Condorcet : son nom apparaît au début du XXe siècle grâce à la traduction de l’Esquisse d’un tableau historique des progrès de l’esprit humain par le juriste Tzvetan Vassilev Poupechkov. L’œuvre est à nouveau publiée dans les années 1940 pour répondre aux besoins idéologiques des milieux socialistes et communistes. L’article s’emploie à définir les motifs du traducteur bulgare Dimităr Ivanov Polyanov, poète « du prolétariat » (...) éduqué en France, et à éclairer l’intérêt des éditeurs et des chercheurs des deux dernières décennies pour l’œuvre de Condorcet. (shrink)
Takıyyüddin Râsıd, Osmanlı riyâzî ilimler geleneğinin en önemli temsilcilerinden biridir. Günümüze ulaşan eserlerinden araştırmalarını astronomi, astronomi aletleri, matematik, optik, mekanik ve fizik konularında yoğunlaştırdığı anlaşılır. Osmanlı’nın tek rasathanesi olan İstanbul Rasathanesi’ni kurması ve yönetmesi, Râsıd’ı birçok yönden önemli bir figür haline getirmiştir. Ancak mezkûr öneme rağmen onun öğrendiği, öğrettiği, ürettiği ve kullandığı matematik çok az sayıda araştırmaya konu olmuştur. Halbuki yapılan bir işin veya üretilen bir eserin niteliğini ve seviyesini belirlemenin önde gelen yolu, nasıl bir “alet” ile meydana getirildiğine bakmaktır. (...) Dolayısıyla bu makalede, riyâzî ilimlerde tebarüz etmiş bilginlerin ilmî karakteri ve kariyerini ortaya koymanın, matematik eserlerinin tahlilinden geçtiği tezinden yola çıkılarak Takıyyüddin Râsıd ’ın cebir risalesinin editio princeps, tercüme ve değerlendirmesi sunulacaktır. Cebir ilminin, herhangi bir konuda, mikdârî veya adedî fark etmeksizin karşılaşılan tüm problemlere uygulanabilme mizacı, mezkûr tezi ve dolayısıyla makalenin amacını daha anlamlı hale getirir. Klasik matematik eserlerinin sahih bir tetkiki için öncelikle orijinal metnin doğrulanması ve kolay bir okuyuş sağlayacak surete sokulması, ardından söz konusu dile kazandırılması ve son olarak matematiksel tahlil ve tarihsel değerlendirmeye tabi tutulması gerekliliği de makalenin ana yapısı ve muhtevasının gerekçesini açıklar. (shrink)
Tabaqāt al-Ictıhād which have been formed by based on fıqhī inferrence methods like ictihād, tahrīj and tarjīh, are very important in terms of determining the field of action in the activities within the school of a faqih who is a member of the school. From this point of view, it is understood that mujtahid tabaqāt have a close connection with intra-school preference. Mujtahids, who are placed in different ranks in the mujtahid tabaqāt in terms of their scientific level, represent various (...) aspects of intra-school preference activities where they are. In this study, Tabaqāt al-Mujtahid has been tried to examined on the basis of the Shafii scool. The reason why the study is limited to the Shafii school is that the Hanafi sect is taken as the basis in the studies on the subject in our country, and the classification of the Shafi'is is not mentioned at all, even if it is mentioned, it is limited to brief information. It is clear that this situation also contains a deficiency in the field. Due to the reasons mentioned above, in this study, besides understanding the nature of the tabaqāt al-mujtahid al-shafii, the role they played in intra-school preference activities has been also tried to be determined. İçtihat, tahriç ve tercih gibi fıkhî istidlâl yöntemleri temel alınarak oluşturulan müçtehit tabakaları, mezhep mensubu bir fakihin mezhep içindeki faaliyetlerde hareket alanını belirlemesi bakımından oldukça önemlidir. Bu yönüyle bakıldığında müçtehit tabakalarının mezhep içi tercihle sıkı bir irtibatının bulunduğu anlaşılmaktadır. Sahip oldukları ilmî seviye bakımından müçtehit tabakalarında farklı mertebelere yerleştirilen müçtehitler, bulundukları yerde mezhep içi tercih faaliyetlerinin muhtelif yönlerini temsil etmektedirler. Bu çalışmada Şâfiî mezhebi esas alınarak oluşturulan müçtehit tabakaları ayrıntılı bir şekilde incelenmeye çalışılmıştır. Çalışmanın Şâfiî mezhebiyle sınırlandırılmasının sebebi, ülkemizde genel olarak konu hakkında yapılan çalışmalarda Hanefî mezhebinin esas alınıp Şâfiîlerin tasnifine ya hiç değinilmemesi, değinilse bile bunun kısa bilgilerle sınırlı kalmasıdır. Bu durumun da alana dair bir eksikliği barındırdığı açık bir husustur. Zikredilen sebeplerden ötürü bu çalışmada Şâfiî müçtehit tabakalarının mahiyetinin anlaşılmasının yanı sıra mezhep içi tercih faaliyetlerinde oynadıkları rol de tespit edilmeye çalışılmıştır. (shrink)
The Direction of Medical Ethics The direction bioethics, and specifically medical ethics, will take in the next few years will be crucial. It is an emerging specialty that has attempted a great deal, that has many differing agendas, and that has its own identity crisis. Is it a subspecialty of clinical medicine? Is it a medical reform movement? Is it a consumer pro tection movement? Is it a branch of professional ethics? Is it a ra tionale for legal decisions and (...) agency regulations? Is it something physicians and ethical theorists do constructively together? Or is it a morally concentrated attack on high technology, with the prac titioners of scientific medicine and the medical ethicists in an adversarial role? Is it a conservative endeavor, exhibiting a Frankenstein syn drome in Medical Genetics ("this time, they have gone too far"), or a Clockwork Orange syndrome in Psychotherapy ("we have met hods to make you talk-walk-cry-kill")? Or does it suffer the afflic tion of overdependency on the informal fallacy of the Slippery Slope ("one step down this hill and we will never be able to stop") that remains an informal fallacy no matter how frequently it's used? Is it a restricted endeavor of analytic philosophy: what is the meaning of "disease," how is "justice" used in the allocation of medical resources, what constitutes "informed" or "consent?" Is it applied ethics, leading in clinical practice to some recommenda tion for therapeutic or preventive action? This incomplete list of questions indicates just how complex,. (shrink)
Resumen: Ante las críticas insistentes a la distinción entre el empirismo y el racionalismo, se han propuesto alternativas para comprender de manera más adecuada el quehacer de los filósofos modernos. Entre ellas está la distinción entre filosofía especulativa y experimental. Intentaré evaluar la validez de esta distinción para la filosofía moral experimental del siglo XVIII y, en particular, para la propuesta de Hume. Mostraré que si la distinción se entiende en términos excluyentes, resulta inapropiada porque el mismo Hume plantea que (...) la especulación es lo que define a la filosofía. Además, antes que considerarlas como excluyentes, el filósofo escocés propone una conciliación entre la práctica de la experimentación y la teorización. Por último, sostendré que aquello que Hume considera como “falsa filosofía” no puede entenderse como sinónimo de filosofía especulativa.: A persistent criticism of the distinction between empiricism and ra-tionalism has provoked the emergence of new distinctions in order to under-stand modern philosophy in a more adequate way. One of those distinctions is that between speculative and experimental philosophy. My aim is to evalu-ate the validity of this distinction for eighteenth-century experimental moral philosophy in general and for Hume’s thought in particular. I will show that if this distinction is understood in exclusive terms, then it cannot be adequate because Hume himself states that speculation is what defines philoso-phy. Hume also proposes a reconciliation between experimental practice and theoretical activity instead of considering that they are mutually exclusive. Finally, I will make clear that what Hume condemns as “false philosophy” is not a synonym for speculative philosophy. (shrink)
It is known that for all finite n ≥ 5, there are relation algebras with n-dimensional relational bases but no weak representations. We prove that conversely, there are finite weakly representable relation algebras with no n-dimensional relational bases. In symbols: neither of the classes RA n and wRRA contains the other.
V rámci filosofie věd panuje široká shoda na tom, že druhá polovina 20. století složila „labutí píseň" pozitivismu. Milton Friedman a Paul Samuelson, dva klíčoví autoři k metodologii ekonomie v daném časovém období, přitom tento vývoj ve filosofii vědy prý nikdy nereflektovali. Pozitivistická východiska - v prvé řadě v podobě redukcioni- stického přístupu - jsou tudíž stále přítomna ve vlivných teoretických konceptech rozvinutých ekonomy hlavního proudu. Značný počet autorů však v současnosti sdílí náhled, že tyto koncepty v nezanedbatelné míře přispěly (...) k vývoji, jenž ústil ve finanční krizi, vrcholící v letech 2008 a 2009. Předkládaný článek se proto táže, zda to byla právě krize - v níž mnozí spatřují empirické zamítnutí řady pozitivistických konceptů - která napsala „labutí píseň" pozitivismu v ekonomii hlavního proudu. (shrink)
[...] Rousseau bir yandan çağının yükselen değerlerinden yararlanırken diğer yandan bu değerlerin içeriden eleştirisini yapmayı başarabilen düşünürlerden biri olduğu için fikirleri ölümünden asırlar sonra bile önemini yitirmemiştir. Demokratik devletlerin meşruiyet krizinin giderek derinleştiği ve çoğunlukçu, majoritarian, ideolojilerin etraflıca sorgulanmaya başlandığı çağımızda, demokrasiyi çoğunluk kararına ek olarak “rıza”, “Yurttaşlık”, “sivil özgürlük”, “kamusal uzlaşı” ve “Genel İrade” kavramlarıyla birlikte ele alan Rousseau’yu yeniden okumak önemlidir [...] Rousseau-demokrasi ilişkisinin kazılıp ortaya çıkartılacağı bu metinde uğranılacak olan kavramsal duraklar sırasıyla: Eşitsizlik (doğal ve toplumsal), özgürlük (...) (doğal ve sivil), politik bütün (bodypolitic), Genel İrade, ortak iyi (common good) ve Egemen olmalıdır. Söz konusu kavramlar, Rousseau’nun onlara yüklediği özgün anlamları gözden kaçırılmadan sanki ilk defa karşılaşılıyormuşçasına bir zihin açıklığı ile okundukları zaman, onun demokrasi görüşü de gün ışığına çıkartılabilir. (shrink)
After Einstein presented his “special theory of relativity” with its marvelous principles, “principle of relativity” and “the constant speed of light”, it led to bizarre implications, such as, time dilation, length contraction, energy-mass conversion, and invariance of the space-time interval, we had trouble to understand these stunning consequences with our very classical ontology, which can be regarded as Aristotelian ontology. Thus, both physicists and philosophers have required a new kind of ontology, capable of explaining the new phenomena. Hermann Minkovski proposed (...) that Einstein’s theory implies a “four-dimensional space-time”, instead of a three-dimensional space with time passing over space. Accordingly, the universe consists of four-dimensional stuff such as events. Event ontology goes together with “block universe argument”. Accordingly, the universe looks like a block of ice or a loaf of bread and in which past, present and future take place together. Therefore, block universe argument makes impossible change, motion, and causal relations. Although they sound strange, “simultaneity of relativity”, an outcome of special theory of relativity, supports event ontology and block universe argument. Nevertheless, there are plenty of difficulties come along with the event ontology. In this paper, I will discuss those handicaps of the argument that events are basic components of the universe.Einstein, “özel görelilik kuramını” ve olağanüstü iki ilkesini, “görelilik ilkesini” ve “ışık hızının sabitliğini”, sunduktan sonra, bu kuramın Aristotelesci ontoloji olarak tabir edebileceğimiz klasik ontolojinin kavramlarıyla anlaşılması zor çıktıları oldu. Örneğin, zamanın genişlemesi, uzunluğun kısalması, enerji-kütle değişimi ve uzam-zaman aralığının değişmezliği gibi. Bu nedenle, hem fizikçiler hem de felsefeciler yeni keşfedilen olguları açıklayabilecek yeni bir ontolojinin gerekliliğini duydular. Hermann Minkovski proposed that Einstein’ın kuramının; zamanın, uzamın dışında olduğu üç-boyutlu uzam yerine “dört-boyutlu bir uzam-zaman” içerdiğini iddia etti. Buna göre evren, “olaylar” gibi dört-boyutlu şeylerden ibaret. Olay ontolojisi, “blok evren argümanı” ile uyuşur. Blok evren argümanına göre, evren bir buz kütlesine ya da bir somun ekmeğe benzer. Geçmiş, şimdi ve gelecek bu bloğun içinde aynı anda yer almaktadır. Bu nedenle blok evren argümanı; değişimi, hareketi ve nedensel ilişkileri imkansız kılar. Bu argüman tuhaf görünse de özel görelilik kuramının bir çıktısı olan “göreliliğin eş zamanlılığı”, olay ontolojisini ve blok evren argümanını destekler. Yanı sıra olay ontolojisi pek çok zorluğu da beraberinde getirir. Bu makalede, olayların evrenin temel yapı taşları olduğu iddiasınının zorluklarını tartışacağım. (shrink)
Text představuje aktivní role-playing jako výzkumnou experimentální metodu v sociálních vědách. Zasazuje role-playing do rámce simulačních výzkumných metod, rozkrývá jeho epistemo- logii a dosavadní metodologická uchopení zejména v sociální psychologii. Hlavní linií textu je obhajoba epistemologických kvalit metody a experimentu v sociálních vědách obecně. Inspiračním zdrojem je zde na jedné straně Latourova kvalitativní sociologie asociací, tázající se po původu sociality a problematizující samotný před- mět sociálních věd, tj. sociálno. A na druhé straně přístupy naturalizující sociálně- vědné výzkumy propojením s kognitivní (...) vědou. V tomto ohledu je naším klíčovým předpokladem pro smysluplné uchopení sociální reality v její simulované podobě shodnost kognitivních mechanismů skutečného i simulovaného jednání. V pojetí textu jsou oba zdroje spojeny jejich akcentem na tematizaci sociálna jako inter-psychologického fenoménu mezi tradiční mikro a makro úrovní. Analogií s Petriho miskou text promýšlí posunutí původní metody situační sociální psycho- logie směrem k využití konstruovaných diegetických liminálních situací jako svého druhu laboratoří sociálna. (shrink)
Cuand o l a edició n d e est e númer o d e lo s Anale s d e l a Cáted r a F r ancisc o Suá r ez estab a a punt o d e ce r rars e no s so r prendi ó e l f allecimient o d e fo r m a repentin a e inesperad a d e Nicolá s Lópe z Calera , Directo r d e est a pu b (...) licació n durant e má s de cuarent a años . P ar a e l equip o editoria l qu e fo r mamo s pa r t e d e lo s A CF S s u mue r te h a significad o un a pérdid a i r repara b l e po r l a huell a imbo r ra b l e qu e s u labo r aca- démic a y dedicació n un i v ersitari a h a dejad o entr e nosotros . Est e númer o adquiere u n significad o especia l po r qu e e l aza r quis o qu e e l Prof . Lópe z Caler a no s e n viase par a s u pu b licació n e n l a secció n abie r t a e l últim o trabaj o qu e habí a te r minado a f inale s de l pasad o v erano , un a i n v estigació n sobr e “Guille r m o d e Ockha m y el laicism o mode r no” . T ra s s u f allecimiento , e l Consej o d e Redacció n consider ó más apropiad o pu b lica r dich o trabaj o com o l o qu e s u mue r t e l o habí a acabad o con- vi r tiendo : u n document o póstumo . U n document o ademá s especialment e emot iv o par a todo s lo s qu e l o conocimo s y trabajamo s co n él . E n l a secció n habitua l d e la r e vist a podr á disf r uta r e l lecto r d e est e trabaj o de l Prof . Lópe z Caler a e n e l que v olví a a mostra r un a d e su s pasione s intelectuale s preferida s com o er a l a lectur a y l a constant e vuelt a a l pensamient o d e lo s clásico s desd e lo s qu e afronta r lo s temas má s contemporáneos. (shrink)
Studie má za cíl představit strukturu Hayekova evolucionismu. Argumentace postupuje v několika krocích: Východiskem je historicko- systematická expozice způsobu, jakým evoluční teorie ovlivnila Hayekovu filosofii, především s ohledem na periodizaci vývoje jeho myšlení a systematické odlišení explanans a explanandum v rámci jeho teorie vědy. Dále je rozebírán způsob, jakým Hayek rozvíjí svoji metodologii vědy. V této souvislosti je argumentováno ve prospěch teze, že Hayekovo pojetí metodologického dualismu je důsledkem ovlivnění evoluční teorií. Zároveň je evoluční teorie představena jako nástroj vysvětlení, konkrétně (...) pak tzv. vysvětlení vzorce. Následně je představeno Hayekovo pojetí společnosti v kontextu kulturní evoluce. Společnost je interpretována jako řád jednání a je kladen důraz na Hayekovo vnímání společnosti jako řádu vyvíjejícího se společně s lidskou myslí. Na základě těchto předpokladů je v poslední části rozvinuto Hayekovo pojetí mysli. Toto pojetí vychází z konekcionistické pozice. Dále argumentuji proti tradičnímu pohledu na Hayekovu filosofii jako rozvíjení Kantovy filosofie. Závěr rekapituluje základní body Hayekova evolucionismu. (shrink)
Câhiliye dönemi şiiri, İslâm tarihinin olaylarına ışık tutacak unsurlardan birisi olarak görülmektedir. Kuşkusuz ki kimi şairler, gerek tanıklık ettikleri tarihî olayları gerek beslendikleri bazı kültürel unsurlar vasıtasıyla ulaştıkları bilgileri şiirlerine yansıtmaları sebebiyle bu alanda dikkat çekmiştir. Câhiliye ve İslâm dönemlerinde yaşamış önemli bir şair olan Ümeyye b. Ebü’s-Salt’ın şiirleri de bu açıdan incelemeye değer görülmektedir. Câhiliye döneminde hanif olarak yaşamasına rağmen İslâm davetine karşı olumsuz bir tavır sergileyen Ümeyye’nin şiirlerinde, başta itikad olmak üzere mehdiye, mersiye ve tarih gibi alanlarda birçok (...) şiir göze çarpmaktadır. Genel anlamda dinî temalı şiirleriyle tanınan Ümeyye’nin şiirlerindeki tarihsel temalar, İslâm tarihine kaynaklık etmesi bakımından incelenmeye muhtaçtır. Bu makalede, Ümeyye’nin hayatı ve şahsiyetinin yanı sıra şiirlerinde işlediği özellikle tarihsel temalar ele alınmakta ve güvenilirlik noktasında analizi yapılmaktadır. Zira günümüz ve geleceğe dair sağlıklı çıkarımlarda bulunabilmemiz, eldeki bilgilerin doğruluğuna bağlıdır. Konunun özelliği gereğinde makalede betimleyici, analitik ve tümevarımcı bir yöntem izlenmiştir. (shrink)
Dans cet article nous étudions le Trattato della sfera de Galilée, écrit avant 1600. C’est un traité d’astronomie géocentrique qui suit la structure du Tractatus de sphæra de Johannes de Sacrobosco. Nous analysons quelques particularités du traité, en le comparant à d’autres travaux astronomiques du xvie siècle, et nous discutons ses sources probables. Nous soutenons que l’influence du commentaire de Christoph Clavius sur la Sphæra de Sacrobosco ne peut pas être considérée comme son influence unique ou principale. Le traité de (...) Galilée était probablement inspiré par la Sfera del mondo de Piccolomini, un travail qui anticipait plusieurs particularités du Trattato della sfera. Cette influence est établie par de nombreuses annotations de Galilée trouvées dans un exemplaire du livre de Piccolomini. (shrink)
Bu kitapta, Ebû İshâk es-Saffâr’ın (öl. 534/1139) kelâmî görüşleri, Telḫîṣü’l-edille li-ḳavâʿidi’t-tevḥîd adlı eserinde Allah’ın isimlerinin anlamlarını açıklarken yaptığı yorumlar çerçevesinde ele alınmaktadır. Ebû İshâk es-Saffâr, 6./12. yüzyıl Hanefî-Mâtürîdî âlimlerinden biridir. Kelâma dair Telḫîṣü’l-edille eserinde esmâ-i hüsnâ konusuna ayrıntılı olarak yer vermektedir. İki cilt hâlinde yayımlanan bu eserin yaklaşık üçte birlik bir kısmını esmâ-i hüsnâ konusu oluşturmaktadır. Bu kısım incelendiğinde, Saffâr’ın Allah’ın varlığı, birliği ve sıfatları ile ilgili konular başta olmak üzere pek çok konuyu 175 esmâ-i hüsnâya dayanarak izah ettiği görülmektedir. (...) O, esmâ-i hüsnâ bölümünde yer vermediği bazı isimlere ise müstakil başlıklar altında değinmektedir. Örneğin el-Mütekkelim ismi kelâm sıfatını bağlamında ve halku’l-Kur’ân ile icâz’ul-Kur’ân gibi konularla ilişkili bir şekilde ele almaktadır. Bu isimler de listeye dahil edildiğinde sayı 178’e ulaşmaktadır. Bu durumda eserin yarısını esmâ-i hüsnâ konusu teşkil etmektedir. -/- Saffâr, esmâ-i hüsnâ bölümünde alfabetik bir sıra içerisinde ele aldığı ilâhî isimleri öncelikle lugavî (semantik) yönden izah etmektedir. Sonrasında ise değerlendirdiği ilahî ismi, bir kelâm konusu ile bağlantı kurarak kelâmî perspektifle açıklamaktadır Esmâ-i hüsnâ temelinde ele alınan konuların hilâfet meselesi hariç diğer kelâm bahislerini kapsadığı görülmektedir. Saffâr öncesi Hanefî-Mâtürîdî kelâm literatürü içinde esmâ-i hüsnânın bu kadar kapsamlı ele alındığı başka bir eser bilinmemektedir. -/- Bu kitap; üç ana bölümden oluşmaktadır. “Metodolojik Çerçeve” başlıklı giriş bölümünde çalışmanın konusu, önemi, amacı, yöntemi ve kaynakları hakkında bilgi verilmiştir. Birinci bölümde Saffâr’ın yaşadığı sosyokültürel çevre olan Mâverâünnehir bölgesi ile Buhara ve Merv şehirlerinin siyasî, sosyal ve dinî durumu ortaya konulmaya çalışılmıştır. İkinci bölümde esmâ-i hüsna konusunun anlaşılmasına temel oluşturan isim, tesmiye, müsemmâ, sıfat ve vasf gibi kavramlar ile esmâ-i hüsnânın sayısı ve ihsâsı gibi kelâmî tartışmalara değinilmiştir. Sonrasında Saffâr öncesi dönemde kaleme alınan esmâ-i hüsnâ litaratürü hakkında bilgi verilmiştir. Bölüm sonuna Saffâr’ın rivayet ettiği 178 ilahî isme dair ayrıntılı bir tablo eklenmiştir. Üçüncü bölümde öncelikle, Saffâr’ın esmâ-i hüsnâyı izah ederken dikkate aldığı kelâmî ilkeler tespit edilmeye çalışılmıştır. Sonrasında ise Saffâr’ın Telḫîṣü’l-edille’de ilâhî isimleri açıklarken ortaya koyduğu kelâmî görüş ve değerlendirmeler belirlenerek sistematik bir şekilde kategorize edilmiştir. Bu kapsamda ele alınan her konunun sonuna ilgili ilâhî isimleri ve bağlantılı olduğu tartışmaları içeren tablolar eklenmiştir. Sonuç bölümünde ise Saffâr’ın esmâ-i hüsnâ anlayışına dayanan kelâm yöntemine dair ulaştığımız sonuçlara yer verilmiştir. Bu kitapta onun, esmâ-i hüsnânın %75’inde kelâmî yorumlarda bulunduğu ve bilgi-varlık bahsinden âhiret hayatına kadar bütün kelâm konularını esmâ-i hüsnâ ile bağlantılı yorumladığı tespit edilmiştir. Ulaşılan bu sonuçlar, Saffâr’ın kelâm anlayışının ilâhî isimlerin yorumuna dayandığını ortaya koymaktadır. [his book discusses the theological views of Abū Isḥāq al-Ṣaffār d. 534/1139), within the framework of his comments on the meanings of Allah’s names, provided in his work titled Talkhīṣ al-adilla. Abū Isḥāq al-Ṣaffār is one of the Ḥanafite-Māturīdite scholars in the 6th/12th century. In his work titled Talkhīṣ al-adilla li-qawāʿid al-tawḥīd on kalām, he spared extensive space for al-asmāʾ al-husnā. Approximately one third of this work, published in two volumes, is devoted to al-asmāʾ al-husnā. An examination of the related section reveals that al-Ṣaffār explains many issues, particularly those related to the existence, unity and attributes of Allah, based on 175 al-asmāʾ al-husnā. He mentions some of the names that he does not include in the al-asmāʾ al-husnā section under separate headings. For example, the name al-Mutakallim is addressed within the context of the attribute of kalām and in relation to subjects, such as the khalq al-Qurʾān and i‘jaz al-Qurʾān. Upon the addition of these names to the list, the number names reaches 178. This means that half of the work deals with the subject of al-asmāʾ al-husnā. -/- al-Ṣaffār lists the divine names in alphabetical order and explains them semantically in the chapter of al-asmāʾ al-husnā. Then he goes on to clarify each divine name through a theological lens with a specific reference to the subject of kalām. In the pre-Saffar Ḥanafite-Māturīdite theological literature, there is no other work that addresses al-asmāʾ al-husnā in such an extensive way. -/- This book consists of three main sections. The first section titled “Methodological Framework”, elaborates on the focus, significance, purpose and method of the study, along with the sources used. The first part describes the political, social and religious status of Transoxiana (Mā-warāʾ al-Nahr) region and the cities of Bukhara and Marw, the sociocultural environment in which Saffar lived. The second chapter addresses various concepts, which promote the understanding of al-asmāʾ al-husnā, such as name, tasmiya, musammā, attribute and qualification in addition to the theological debates such as the number and iḥṣāʾ of al-asmāʾ al-husnā. Then, it provides information about the al-asmāʾ al-husnā literature produced in the pre- Ṣaffār period. The end of each chapter comes with a detailed table with the 178 divine names mentioned by al-Ṣaffār. In the third chapter, the author initially discusses the theological principles that al-Ṣaffār considered while explaining the essence of al-asmāʾ al-husnā. This section also determines and systematically categorizes the theological views and evaluations put forward by al-Ṣaffār while explaining the divine names in Talkhīṣ al-adilla. The tables with the divine names and the related discussions can be seen at the end of the discussion for each subject. The last section presents the conclusions reached, regarding the kalām method based on al-Ṣaffār’s understanding of the essence of al-asmāʾ al-husnā. The present study revealed that he made theological interpretations in 75% of the al-asmāʾ al-husnā and interpreted all theological issues ranging from the subjects of knowledge and existence to the Afterlife in connection with the al-asmāʾ al-husnā. These results indicate that al-Ṣaffār's understanding of kalām is based on the interpretation of the divine names.]. (shrink)
Wittgenstein et la philosophie austro-allemande , de Kevin Mulligan, ras - semble huit études dont l’ambition affichée est à la fois historique et philo - sophique. Leur intérêt n’est pas seulement de révéler, avec lucidité et profondeur, des accointances jusqu’ici quasiment inexplorées avec Brentano et ses héritiers proches ou lointains. La question est aussi de savoir quelles positions sont préférables là où elles divergent. Je voudrais d’abord discuter un détail historique qui me fait problème, sans être tout à fait sûr (...) que le désaccord soit plus qu’une question de formulation. Cette première discus - sion en amènera une seconde dont l’enjeu, philosophique cette fois, est celui- ci : sur un point précis où Mulligan accorde sa préférence à Wittgenstein, à savoir sur l’ a priori , une certaine conception brentanienne me paraît pour ma part préférable. Comme le point me semble philosophiquement central, j’espère apporter par là un peu plus qu’une remarque de détail. (shrink)
re s u m o O pre s e nte artigo se inic ia com uma cláusula interna à filosof ia de l e u z e a na, a de que todo pens a me nto pode ser carc t e r i z a do pelo grau de ima n ê nc ia que o me s mo realiza. O pens a me nto de Hu me, como “e m p i r i s mo superior”, segundo ex (...) p ressão de Deleuze, pro mo v e r ia a ima n ê nc ia, ou seja, ele não se re nde r ia a ne n hum tra ns c e nde nt e. Ao me s mo tempo, como s u p e r i o r, se trata de um empirismo que não se pre nde ao ime d ia - t a me nte da do, como suporia um “e m p i r i s mo ing ê nuo”. Por isso, o empirismo seria um p e ns a me nto da ima n ê nc ia que apre s e nta certa alçada tra ns c e ndental, permitindo a Deleuze falar em “e m p i r i s mo tra ns c e nde nt a l ”. A complexa fórmula filosófica re s u m ida nessa ex p ressão de l e u z e a na será por nós, aqui, tratada sob o ponto de vista Hume, de mo do que o ceticismo humeano será tomado como um operador de imanência que of e - rece ao empirismo sua dimensão transcendental. Tal tra t a mento será levado a cabo em duas etapas, quais sejam: a) ceticismo e pro b l e ma da disjunção inclusiva na int e ra ç ã o das fa c u l da des ; b) ceticismo e tra ns c e ndent a l ida de dos juízos empíric o s. palavras-chave Ceticismo; Empirismo; Hume; Deleuze; Transcendental; Imanência. (shrink)
Mezheplerin teşekkül etmeye başladığı ilk dönemlerden itibaren istihsanın bir istidlal yöntemi olup olmadığı tartışılagelmiştir. Bu tartışmaların temelinde kavramsallaşma sürecini henüz tamamlamamış olan istihsan teriminin çağrıştırdığı keyfiliğin/sübjektivitenin etkisi çok fazladır. Bu yüzden istihsanı bir yöntem olarak benimseyenler, ağır ithamlara maruz kalmışlardır. İstihsanı benimseyenlerin başında Hanefî hukukçular gelmektedir. Öyle ki istihsan yöntemi Hanefî mezhebiyle anılır hale gelmiştir. Bununla birlikte mezhebin önde gelen temsilcilerinden biri olan ve kıyas metodunu kullanmasıyla ön plana çıkan Züfer b. Hüzeyl’in istihsana yaklaşımıyla ilgili iki farklı yaklaşım tespitedilmiştir. Yaptığımız (...) araştırma ve inceleme neticesinde her iki tespitinde isabetli olmadığını; Züfer b. Hüzeyl’inkıyas yapmadaki becerisinin yanı sıra istihsana müracaatta sonuna kadar kıyas taraftarı olduğunu; ancak kıyasın meselelere çözüm üretmede yetersiz kaldığı ya da doğru sonuç vermediği durumlarda ise ızdırârın da bir gereği olarak meseleyi hükümsüz bırakmama adına istihsana müracaat ettiği görülmektedir. Sonuç olarak Züfer b. Hüzeyl’in genel hatlarıyla Hanefî usulüne bağlı kalmakla birlikte istihsanı bir istidlâl yöntemi olarak kullanma hususunda çerçeveyi oldukça daralttığını; kıyasa başvurma konusunda ise sınırları mümkün olduğunca geniş tuttuğunu söylemek mümkündür. İctihad hürriyeti ve hukûkî zenginlik açısından oldukça önemli olan Hanefi mezhebindeki mezhep içi ihtilaflar, hukûkî istikrar ve emniyeti tehdit etme potansiyeli taşımakta ve ayrıca ihtilaflı meselelerde hüküm veya fetva verecek fakihlerin işini zorlaştırmaktadır. Bu nedenle mezhep içerisindeki ihtilaflı meselelerde râcih görüşü tespit etmek, diğer bir ifadeyle mezhep içi tercih, zorunlu bir ihtiyaçtır. Mezhep içi tercih, “muayyen bir mesele ile ilgili mezhepteki muhtelif kavil veya rivayetlerden daha ağır basanı, üstün olanı belirlemek” şeklinde tarif edilebilir. Tarihi süreçte bu ihtiyacı karşılamak için muhtasar ve fetva kitapları gibi farklı telif türleri; esahh-ı akvâl ve maʻrûzât gibi farklı uygulamalar ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyacı gidermeyi hedefleyen uygulamalardan biri de Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki kanunlaştırmalardır. Fıkha dayalı kanunlaştırmanın ilk örneği olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye ile mezhep içi tercih arasındaki ilişki ve bu bağlamda Mecelle hazırlanırken, mezhep içi tercihte nasıl bir usûl izlendiği; râcih görüşe ne oranda uyulduğu; Mecelleʼde yer alan râcih görüşe aykırı kanun maddeleri ve bunların gerekçeleri; ihtilaflı bütün konularda düzenleneme yapılıp yapılmadığı ve râcih görüşleri belirleme ihtiyacının ne kadar giderildiği, incelenmesi gereken konulardır. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye gibi bir kanun metnine ihtiyaç duyulmasının temel nedenlerinden birisi, Hanefî mezhebinde mezhep içi ihtilafların çokluğudur. Buna bağlı olarak Mecelleʼnin hedefi râcih görüşler içeren oluşan bir kanun hazırlamaktır. Mecelle’nin esbâb-ı mûcibeleri mezhep içi tercih açısından incelendiğinde, esbâb-ı mûcibelerin iki temel işlevi olduğu görülür. Bunlardan ilki, kanunun büyük oranda mezhepteki râcih görüşlere uygun olarak hazırlandığını vurgulamaktır. Öyle ki, Mecelle’nin ilk on kitabının esbâb-ı mûcibelerinde bu husus mutlaka ifade edilmektedir. Esbâb-ı mûcibelerin diğer işlevi ise niçin bazı maddelerde râcih görüşe riayet edilmediğini gerekçelendirmektir. Esbâb-ı mûcibelerde on iki maddenin râcih olmayan görüş doğrultusunda hazırlandığı belirtilmektedir. Mecelleʼnin 1851 maddeden oluştuğu göz önünde tutulduğunda Mecelleʼnin muhtevasında râcih görüşlerin ne kadar etkili olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Esasen devrin özelliği de bunu zorunlu kılmaktadır. Zira Kitâbüʼl-Havâlenin 692. maddesinde Züferʼin râcih olmayan görüşünün tercih edilmesi, başta Şeyhülislam Hasan Fehmi Efendi olmak üzere bazı çevrelerin tepkisine neden olmuş ve bu sebeple Ahmet Cevdet Paşa Divân-ı Ahkâm-ı Adliyye nâzırlığından ve Mecelle Komisyonu başkanlığından azledilmiştir. Râcih görüşe aykırı maddelerin esbâb-ı mûcibeleri incelendiğinde, bu yöndeki tercihlerde maslahat ve örfün belirleyici olduğu görülmektedir. Ayrıca bazı fakihlerin tercihlerinin de bir tercih sebebi olarak zikredildiği görülmektedir. Hanefi kaynaklarda en sık karşılaşılan tercih sebebi naslara uygunluktur. Buna karşın Mecelleʼde sefîhin hacri konusu dışında, naslara uygunluğun bir tercih sebebi olarak işletilmemesi dikkat çekicidir. Mecelle Komisyonunun bazı tercihlerine diğer kurumlarca müdahale edilmiştir. Komisyonca hazırlanan kitaplar hem Meclis-i Vükelâ hem de Meşîhat tarafından incelenmiş ve bu esnada bazı tashihlere konu olmuştur. İşte râcih olmayan görüş esas alınarak hazırlanan iki maddeye Meclis-i Vükelâ tarafından müdahale edilmiştir. Bunların birincisi hakk-ı mürur ve hakk-ı şirbin müstakil olarak satımının cevazını savunan Belh Meşâyihinin görüşü doğrultusunda yazılan 216. madde, ikincisi ise ecîr-i müşterekin tazmin sorumluluğunu düzenleyen 611. maddedir. Mecelle’nin ilk ve en hacimli kitabı olan Kitâbüʼl-Büyûʻun muhtevası mezhep içi tercih açısından incelendiğinde, ihtilaflı konularda genelde mezhepteki râcih görüşün esas alındığı görülmektedir. Kitâbüʼl-Büyûʻun esbâb-ı mûcibesinde, dört meselenin râcih olmayan görüş esas alınarak hazırlandığı ifade edilmekte ve bu tercihler örf ve maslahatla gerekçelendirilmektedir. Ancak Kitâbüʼl-Büyûʻdaki râcih görüşe aykırı maddeler bunlarla sınırlı değildir. Bizim araştırmamıza göre bunlara ilaveten üç madde daha râcih olmayan görüş tercih edilerek hazırlanmıştır. Bunlar beyʻ biʼl-vefânın menkullerde cevazına dair 118. madde, gabn-i fâhişin tanımı hakkındaki 165. madde ve şart muhayyerliğinin hükmü ile ilgili 309. maddedir. Bu üç madde, Mecelleʼdeki râcih görüşe aykırı düzenlemelerin sadece esbâb-ı mûcibelerde açıklananlardan ibaret olmadığını göstermektedir ve bu durum Mecelle hazırlanırken izlenen usûle aykırıdır. Hanefi mezhebindeki bazı ihtilaflı meselelerde hangi görüşün râcih olduğu konusunda tercih ehli fakihler ihtilaf etmişlerdir. Bu meselelerde Mecelleʼde düzenleme yapılırken nasıl bir yol izlendiği açıklanmamıştır. Bu meseleler incelendiğinde çoğunluk tarafından tercih edilme, kolaylığı temin etme ve bazı fakihler tarafından tercih edilme gibi hususların etkili olduğu söylenebilir. Mecelleʼdeki tercihler sadece şerʻî hükümler arasında gerçekleşmemiştir. Buna ilaveten tanımlar ve tanımlarda yer alan kayıtlar da tercihe konu olmuştur. Bu kapsamda Kitâbüʼl-Büyûʻdaki beyʻ akdi, mevkûf akid ve gabn-i fâhişin tanımına ilişkin tercihler örnek olarak zikredilebilir. Hanefi mezhebin içerisindeki ihtilaflı bazı meseleler Mecelleʼde düzenlenmemiştir. İhtilaflı meselelerin çokluğu ve dolayısıyla bütün bunları kapsayan bir kanun hazırlamanın zorluğu dikkate alındığında bu durum doğaldır. Ayrıca bu meselelerden bazıları sık gerçekleşmediği ve lüzumlu görülmediği için Mecelleʼde düzenlenmemiş olabilir. Ancak düzenleme yapılmayan ihtilaflı meselelerin tamamını bu sebeplerle izah etmek mümkün değildir. Zira yasal düzenleme yapılmayan ihtilaflı meselelerin bazıları temel, görece önemli meselelerdir ve muhtasarlarda yer almaktadır. Bu durum Mecelle hazırlanırken, ihtilaflı bazı meselelerde tercih yapmak yerine bu meselelere ilişkin düzenleme yapmama metodunun benimsendiğini göstermektedir. İhtilaftan ârî bir kanun metni oluşturmanın bir yolu olarak da bu usûlün benimsendiği söylenebilir. Böylece bu meselelerde râcih görüşü tespit etme işi hâkimlere bırakılmıştır. Bu durum Mecelleʼnin hedefi olan râcih görüşleri tespit etme ihtiyacını gidermeye uygunluk arz etmemektedir. Ancak bu durum bütün meseleleri kuşatan bir kanun yapmanın güçlüğünün bir sonucudur. (shrink)
Tarih boyunca Kur’an’ı anlama ve yorumlama faaliyetinin metodolojik bir zemine oturtulmasına yönelik çabaların semeresi olarak oluşup şekillenen klasik Ulûmu’l-Kur’an bahislerinden biri olan nesh konusu Sünnî gelenekte olduğu kadar Şiî gelenekte de farklı yorumlara konu olmuştur. Şiî müfessirler çoğunlukla bu kavramın anlam ve izahı ile ilgili olarak Sünnî meslektaşlarıyla benzer tutumlar sergilemiş olsalar da belli kırılma noktalarında onların kendilerine özgü yaklaşımlara sahip olduğu da gözlemlenebilmektedir. Özellikle nesh ve bedâ kavramları arasındaki benzerlik ve karşıtlık noktaları ile neshin Kur’an dilindeki isimlerinden biri olan (...) insâ kavramı bu farklı yaklaşımların temerküz ettiği hususlar arasında sayılabilir. Bu yazı söz konusu kavramın Şiî tefsir edebiyatı içerisinde nasıl anlaşılmış olduğunu izlemenin yanı sıra bu geleneğin Sünnî gelenekten ayrıştığı noktalara titizlikle işaret edebilmek için kimi değerlendirmeler yapmayı da amaçlamaktadır. Özellikle bedâ kavramı çerçevesinde Şiî tefsir ve daha genel anlamda Şiî düşünce hakkında ağırlıklı olarak dışarıdan teşekkül etmiş algı, bu düşüncenin ilahî bilgide değişiklik ya da eksiklik gibi illetleri mümkün gördüğü şeklindedir. Ne var ki doğrudan Şiî bilginlerin tefsir metinlerinde böyle bir yargıyı doğrulamak için yeterli veri bulunmamaktadır. İnsâ kavramı ise Şiî müfessirler tarafından, onların peygamberlerin ismeti konusundaki hassas tutumlarının neticesi olarak, farklı yorumlara ve mezhep içi tartışmalara konu olmuştur. Bu tartışmalarda Şiî bilginler imamlardan nakledilen rivayetlerin literal anlamlarına sadık kalmakla teorik tutarlılığı sürdürme arasında farklı konumları benimsemişlerdir. Bu bağlamda bu yazı, tefsir disiplini çerçevesinde benimsenen genel kabullerin metin yorumunda sebep olduğu gerilimlere ve açtığı diyalektik düşünme imkânlarına dair daha kapsamlı çalışmalar için bir tür giriş/başlangıç noktası oluşturmayı da hedeflemektedir. (shrink)
In the Paññ?sa-j?taka transmitted in central Thailand, there are as many as eight stories of self-sacrifice, where a bodhisatta declares that he carried out his self-sacrifice not to get the achievement of a s?vaka or paccekabuddha but to attain omniscience. Such declaration is rare in the P?li Nik?yas and their commentaries. In the same way, parallel or similar kinds of stories in the av?d?nas or j?takas transmitted in Sanskrit and Chinese do not refer to the disengagement from the achievement of (...) a s?vaka or paccekabuddha, with the exception of the story of K?ñcanas?ra. Since the direct source of the bodhisatta’s declarations including the reference to the achievement does not seem to exist in the P?li Nik?yas and their commentaries, there is a possibility that the bodhisatta’s declarations found in the Paññ?sa-j?taka are derived from a very old origin which is shared with the story of K?ñcanas?ra. (shrink)
İran’ın kuzeybatısında İslam coğrafya âlimlerinin Cibâl olarak tavsif ettikleri bölgede Sâsânîler döneminde kurulan Kazvin, İslâm orduları tarafından bölgede ele geçirilen ilk İran şehirlerinden biri olmuştur. Kuruluşundan itibaren Deylem cihetine yönelik saldırılarda askerî karargâh amaçlı kullanılan kent, İslâm fetihleriyle de bu hüviyetini korumuştur. Halkın İslâm’ı benimsemesinin zamanı ve niteliği hususunda ihtilaflar olmakla birlikte Kazvin'de kısa süre içinde İslâmlaşma tamamlanmıştı. Garnizon kent olmasından kaynaklı iskân ettirilen Arap askerler, diğer beldelerden sınıra cihada gelen Müslümanlar, âlimler ve şehre ayrı imtiyazlarda bulunan halifeler sebebiyle şehir (...) kısa süre içinde fizikî ve kültürel olarak İslâm şehrine dönüşmüştür. Çalışmamızda örnekleriyle somutlaştıracağımız bu unsurlardan ilk olarak Kazvin fatihi Berâ b. Âzib tarafından şehre yerleştirilen Arap askerlerinden aralarında âlim ve ravilerin de bulunduğu kimselerin askerî faaliyetler dışında şehrin İslâm kültür ve medeniyetine katkılarından bahsedeceğiz. Keza İslâm büyükleri ve halifeler tarafından sınırda cihat etmenin faziletine dair sözleri ile teşvik edilen gönüllü askerleri ve gerek evlerinde gerekse camilerde ilim faaliyetlerini sürdüren âlimleri de bu minvalde zikredeceğiz. Son olarak bu askerler için kale, sûr ve şehrin sınıra yakın bölgelerinde inşa edilen mahalleler ile fiziki ortamı sağlayan, şehirde sürekli cihat ortamı olması hasebiyle halkı vergilerden muaf tutan ve vakıflarla malî destekte bulunan halifeleri ve sair idarî amillleri de kentin İslamlaşmasındaki diğer unsurlar arasında ele alacağız. (shrink)
In this article, I examine some traditional Indian conceptions of unconscious mental activity. There are concepts in the Indian philosophical tradition, notably sa sk?ras and v?san?s, which can be taken to refer to unconscious mental states and dispositions. My discussion, which is essentially philosophical by nature, is loosely based on the English philosopher C.D. Broad's distinctions concerning the unconscious. Sa sk?ras, which are interpreted realistically in Indian tradition, may manifest themselves as what I (and Broad) call relatively unconscious states. Evidence (...) for this interpretation can be found in discussions concerning the nature of dream state and the supernatural powers of yogis in Indian tradition. It is interesting to try to view the retributive system of karma as an absolutely unconscious system, but this is not a plausible interpretation of the Indian view of karma. (shrink)
Dans le Timée, l'hypothèse de la khó̱ra, qu'il faut se garder d'identifier avec la húle̱ aristotélicienne, permet de rendre compte du fait que les choses sensibles sont radicalement différentes de leur modèle intelligible. Or, la constitution mathématique des éléments à partir de la khó̱ra mène à la contradiction suivante : dans l'univers platonicien, il faut tenir compte à la fois du continu qui doit caractériser la khó̱ra, et du discontinu qu'instaurent inéluctablement les polyèdres réguliers auxquels sont associés les éléments. La (...) physique platonicienne n'est donc ni un atomisme, comme celui proposé par Leucippe et Démocrite, ni une physique du continu, comme celle admise par Parménide et Zénon. In the Timaeus, the hypothesis of khó̱ra, which we must refrain from identifying with Aristotelian húle̱, enables us to account for the fact that sensible things are radically different from their intelligible model. Yet the mathematical constitution of the elements from khó̱ra leads to the following contradiction : in the Platonic universe, we must take into account both the continuity that must characterize khó̱ra and the discontinuity inevitably introduced by the regular polyhedra with which the elements are associated. Platonic physics is thus neither an atomism, like that proposed by Leucippus and Democritus, nor a physics of continuity, like that held by Parmenides and Zeno. (shrink)
17. yy. da Osmanlıların bir eyaleti olan Trablusgarb’da doğup büyüyen Ahmed b. Huseyn el-Behlûl, Mısır’ın önemli ilim adamlarından eğitim almış sonra memleketine dönmüştür. Osmanlı dönemi şairi Ahmed el-Behlûl, şairlik yönünün yanı sıra Akâid sahasında Durretu’l-‘Akâi’d, Fıkıh sahasında el-Mu‘ayyene ve el-‘Izziyye ve Arap Dili ve Edebiyatı sahasında el-Makâmetu’l-Vitriyye gibi eserleri telif ederek çeşitli sahalarla ilgilenmiş bir âlimdir. Behlûl, ed-Durru’l-Asfâ ve’z-Zebercedu’l-Musaffâ fî Medhi’l-Mustafâ ismiyle meşhur divânını tamamıyla Hz. Muhammed’i medhe tahsis etmiştir. Başta Libya olmak üzere Kuzey Afrika’da meşhur olan Divan, Kâdî ‘İyâz’ın (...) el-‘Iyâdiyye isimli manzumesine yazılmış bir tahmis olup Arap alfabesinin 29 harfinin her biriyle başlayıp beşlemelerin sonlarını da yine aynı harfle bitirdiği 29 kasideden oluşur. Şair, divanında Hz. Peygamber’in doğumu, nesebi, güzel ahlakı ve şemâili, mucizeleri, şirkin onunla ortadan kalktığı, şefaati, peygamberler arasındaki üstünlüğü, yaşadığı kutsal mekânlar, O’na duyulan özlem, O’na, Ehli Beytine ve Ashabına salavât getirmenin önemi, O’nun günah ve hatadan kurtarıcı olması ve ümmeti olmanın ayrıcalığı konularına değinmiştir. (shrink)
re s u m o O pre s e nte artigo se inic ia com uma cláusula interna à filosof ia de l e u z e a na, a de que todo pens a me nto pode ser carc t e r i z a do pelo grau de ima n ê nc ia que o me s mo realiza. O pens a me nto de Hu me, como “e m p i r i s mo superior”, segundo ex (...) p ressão de Deleuze, pro mo v e r ia a ima n ê nc ia, ou seja, ele não se re nde r ia a ne n hum tra ns c e nde nt e. Ao me s mo tempo, como s u p e r i o r, se trata de um empirismo que não se pre nde ao ime d ia - t a me nte da do, como suporia um “e m p i r i s mo ing ê nuo”. Por isso, o empirismo seria um p e ns a me nto da ima n ê nc ia que apre s e nta certa alçada tra ns c e ndental, permitindo a Deleuze falar em “e m p i r i s mo tra ns c e nde nt a l ”. A complexa fórmula filosófica re s u m ida nessa ex p ressão de l e u z e a na será por nós, aqui, tratada sob o ponto de vista Hume, de mo do que o ceticismo humeano será tomado como um operador de imanência que of e - rece ao empirismo sua dimensão transcendental. Tal tra t a mento será levado a cabo em duas etapas, quais sejam: a) ceticismo e pro b l e ma da disjunção inclusiva na int e ra ç ã o das fa c u l da des ; b) ceticismo e tra ns c e ndent a l ida de dos juízos empíric o s. palavras-chave Ceticismo; Empirismo; Hume; Deleuze; Transcendental; Imanência. (shrink)
Bir metni anlamanın en önemli unsurlarından biri onu inşa eden kelime ve kavramları iyi kavramaktan geçer. Kelimeler, kendilerine yüklenen manalarla cümleleri oluşturan yapı taşları görevini üstlenirken kavramlar da objelerin, dış dünyadaki varlıkların ve nesnelerin insan zihnindeki tasavvurlarını ifade ederler. Kelimeler ve kavramlar, metni inşa ederken kendilerine yüklenen manalarla değer kazanırlar. Bu itibarla dilsel bir yapı olan metnin içerdiği manaları doğru bir şekilde anlamak ve yorumlamak için kavramların ifade ettiği anlam katmanlarına inmek gerekir. Konu Kur’an’ın ihtiva ettiği kelimeler ve kavramlar olunca (...) daha titiz bir araştırma yapmak gerekir. Kur’an, Arapça olarak inzal edildiği için indirildiği dilin kurallarını, özelliklerini, anlatım üslûbunu ve imkânlarını i‘câz derecesinde ortaya koyarken cahiliye döneminde kullanılan kavramlara da yer vermiştir. Ancak, Kur’an’da kullanılan bu kavramların çoğu yeni anlamlar kazanmıştır. Kur’an kavramlarını sadece kök anlamlarına veya nüzul öncesi dönemdeki kullanımlarına hapsetmek, Kur’an’ı anlamaya yardımcı olamaz. Müfessirler, Kur’an kavramlarını açıklarken âyetlerin bağlamından hareketle farklı yönelişlerle farklı yorumlar geliştirmişlerdir. Anlam arayışını sürdüren müfessirler, nüzul döneminden sonraki dönemlerde kavramlara yüklenen manaları tespit etmeye çalışmışlardır. Çünkü ilmî gelişmelere ve etkileşimlere paralel olarak birçok kavramın manası değişirken, yeni kavramlar da ortaya çıkmıştır. Müfessirler, bu faaliyetlerini sürdürürken Kur’an ilimlerinin yanı sıra diğer ilmî disiplinlerden de yararlanmışlardır. Bu çalışmada, müfessirlerin Nahl sûresi 125. âyette yer alan “hikmet, mev‘ize-i hasene ve cidâl” kavramlarına yaklaşımları incelenecektir. Tarihi süreçte bu kavramlara yüklenen anlamlar ve bu anlamlardaki değişim tespit edilecektir. One of the most important elements of understanding a text is to comprehend the words and concepts that make it up. While words take on the task of building blocks that form sentences with the meanings attributed to them, concepts also express the imagination of objects, entities and objects in the human mind. Words and concepts gain value with the meanings attributed to them while constructing the text. In this respect, in order to understand and interpret the meanings of the text, which is a linguistic structure, it is necessary to go down to the layers of meaning that the concepts express. When the subject is the words and concepts contained in the Qur’ān, a more rigorous research is required. Since the Qur’ān was revealed in Arabic, it also included the concepts used in the period of ignorance, while revealing the rules, characteristics, expression style and possibilities of the language in which it was revealed, at the level of i‘jāz. However, most of these concepts used in the Qur’ān have gained new meanings. Confining the Qur’ānic concepts only to their root meanings or to their usage in the pre-revolutionary period cannot help to understand the Qur’ān. While explaining the concepts of the Qur’ān, commentators developed different interpretations with different orientations based on the context of the verses. Continuing the search for meaning, commentators tried to figure out the meanings attributed to the concepts in the periods after the revelation period. Since while the meanings of many concepts have changed in parallel with scientific developments and interactions, new concepts have also appeared. While continuing their activities, commentators benefited from other scientific disciplines as well as Qur’ānic sciences. In this study I will examine the approaches of the commentators to the concepts of hikmat, maw’iza hasana and Jidāl with special reference to 16/Sūrat al-Nahl: 125. In addition, I will try to show the meanings attributed to these concepts in the historical process and the change in these meanings. (shrink)
Dürziler, gerek itikadi açıdan gerekse de hukuki prensipleri bağlamında Osmanlı-Hanefi ideolojisi dışında kalan bir cemaatti. Bununla birlikte Dürzi liderler 19. Yüzyılın başlarına kadar devletin Cebel-i Lübnan’daki idari tem-silcileri olarak siyasi otoriteyi ellerinde tutmayı başardılar. Bunun yanı sıra geleneksel hukuklarını da koruyan Dürziler, Osmanlı Devleti’nin sosyal yapısını oluşturan Millet Sistemi içinde farklı bir pozisyonda kimlik edindiler. Tanzimat reformlarının Cebel-i Lübnan’da uygulanmaya başlaması ise Dürzilerin kimlik tanımlarında siyasi paradigmaların dışına çıkmalarına sebep olmuş, Osmanlı kimliğini İslami terminolojiyle tamamlamak adına hareket eden cemaat, hukuki (...) statülerini bir meşruiyet aracı olarak kullanmaya başlamış ve devletin değişen reformist duruşu karşısında farklı bir hukuki yer edinmeye çalışmışlardı. Bu çalışma, Cebel-i Lübnanlı Dürzilerin Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında ortaya çıkan kimlik problemine bakışlarını ele almakta, cemaatin meşruiyet kaygılarına karşı aldığı tedbir ve devletin hukuk politikasını incelemektedir. Araştırmada kendi kaynaklarında ve Osmanlı arşivinde yer alan bazı Dürzi davalarından örnekler verilerek cemaatin iç hukukuna değinilmiş, ayrıca devletin mezhep siyasetinde izlediği yöntemin Dürziler üzerindeki etkisi analiz edilmiştir. (shrink)
Cuand o l a edició n d e est e númer o d e lo s Anale s d e l a Cáted r a F r ancisc o Suá r e z estab a a punt o d e ce r rars e no s so r prendi ó e l f allecimient o d e fo r m a repentina e inesperad a d e Nicolá s Lópe z Calera , Directo r d e est a pu b (...) licació n durant e más d e cuarent a años . P ar a tod o e l equip o editoria l qu e fo r mamo s pa r t e d e lo s A CFS s u mue r t e h a signi f icad o un a pérdid a i r repara b l e po r l a huell a imbo r ra b l e qu e su labo r académic a y dedicació n un i v ersitari a h a dejad o entr e todo s nosotros. (shrink)
Son dönem Osmanlı âlimlerinden olan 1860/70 Kastamonu doğumlu Ahmed Mâhir Efendi “Ballıklızâde” lakabıyla tanınmaktadır. O, 19. yüzyılda, Batı’nın pek çok yönde ilerleme gösterdiği ve Osmanlı’nın ise yaptığı ıslahatların yanında toprak kaybetmeye başladığı Meşrutiyet döneminde yaşamıştır. Âlim Ahmed Hicâbî’den dersler almasının ardından kendisi de dersler vererek pek çok öğrenci yetiştirmiş, Dâru’l-Fünûn İlahiyât Fakültesi ve Medresetü’l-Vâizîn’de on üç yıl tefsir ve kelam dersleri okutmuştur. Bunun yanı sıra Yargıtay üyeliği, hâkimlik ve milletvekilliği yapmış olan âlim, siyasi bir kişilik olarak da karşımıza çıkmaktadır. Yayınlanan (...) dört eseri bulunan Mâhir Efendi, Kastamonu’nun dini, siyasi, edebi alanlarda yetiştirdiği önemli şahsiyetlerdendir. Bu çalışmada öncelikle Meşrutiyet Dönemi ve bu dönemde tefsir ilminin konumu ele alınmıştır. İkinci olarak Ahmed Mâhir’in hayatına dair bilgiler aktarıldıktan sonra “Mu’cizât-ı Kur’aniyye” ve “el-Fâtiha fî Tefsîri’l-Fâtiha” eserleri özelinde tefsirciliği incelenmiştir. Ahmed Mâhir’in hem siyasi hem de dini bir yönünün olması ve bugün elimizde ona dair dört eserin bulunuşu onun araştırılmasını önemli kılmaktadır. Onunla ilgili tasavvufi yönünün vurgulandığı bir doktora tezi ile aynı kişi tarafından hazırlanmış bir makale yine tasavvuf sahasında yazdığı eser ile alakalı iki yüksek lisans tezi yapılmıştır. Onun dışında hayatına ve eserlerine dair özlü bilgiler veren kaynaklar olsa da bazı biyografik ya da literatüre yönelik çalışmalarda verilen kısa bilgiler dışında “Mu’cizât-ı Kur’aniyye” ve “el-Fâtiha fî Tefsîri’l-Fâtiha” isimli eserlerinin akademik bir çalışmanın konusu olduğuna rastlamadık. Bu durum da bu çalışmayı önemli hale getirmiştir. İncelememiz neticesinde Ahmed Mâhir’in özellikle “Mu’cizât-ı Kur’aniyye” eserine, dönemindeki siyasi ya da dini olumsuz durumları taşıdığını tespit ettik. Kur’an’ın mükemmelliği ve her şeyi içerdiği düşüncesinden hareketle ayetleri, bu durumları düzeltmek için kullanmıştır. “el-Fâtiha fî Tefsîri’l-Fâtiha” eseri ise bize hem o dönem Osmanlı tefsir birikimin izlerini göstermede hem de bu âlimin tefsir, hadis, edebiyata dair ilmi geleneğe sahip olduğunu göstermektedir. (shrink)
Yavuz [Altıntaş], Miyase. İctihadın Modern Müslüman-Çoğunluklu Ülkelerin Aile Hukuku Reformlarındaki Rolü: Fas Örneği. Doktora Tezi, SOAS Londra Üniversitesi, Hukuk ve Sosyal Bilimler Fakültesi Hukuk Anabilim Dalı, İngiltere, 2018. Bu çalışmanın temel amacı ictihadın modern dönemdeki kavramsallaştırma ve hukuki temellendirmelerini analiz ederek İslam hukukunun modern Müslüman-çoğunluklu ülkelerde uygulanmasındaki rolünü araştırmaktır. Bu araştırmada ictihadın hukuk reformlarında neden ve nasıl kullanıldığı meselesinin yanı sıra uygulama esnasında hangi motivasyonlar, teknikler, formlar ve muhakeme usullerinin benimsendiği incelenmektedir. Aynı zamanda ictihadın birincil kaynaklara, yani Kur ’an ve (...) S ünnet ’e d önülerek mi yoksa klasik İslam hukuk bilimi içerisinde var olan hukuki görüşlerden seçmek suretiyle mi yapıldığı analiz edilmektedir. Son olarak klasik İslam hukuk teorisi kuralları ve prensiplerinin ne derece itibar gördüğü ve bunların günümüzde ictihad vasıtasıyla ger çekleştirilen reformlarda ne derece takip edildiği araştırılmaktadır. Tezin ana odak noktasını modern Müslüman-çoğunluklu ülkelerde İslam hukukunun en yaygın uygulanan yönü olması sebebiyle aile hukuku teşkil etmektedir. 2004 Fas Aile Kanunu reformlarıictihada dayanılarak uygulamaya konduğundan dolayı özellikle incelenmiştir. Tezin ana argümanı ictihadkavramının klasik ana akımdaki anlayıştan tanım, kapsam ve ictihadetme yetkisi açısından farklılık gösterse de modern dönemdeki ictihadkavramsallaştırmaları ve uygulamalarının İslam hukuku içerisinde yer alması gerektiğidir. Nitekim kavramsal bir analiz yapıldığında özellikle tarihi bağlamın sosyo-politik değişikliklerinin zemin hazırladığı çeşitli ictihadanlayışlarının ve uygulamalarının İslam hukuk tarihi içerisinde var olduğu görülmektedir. Modern dönem ictihaduygulamalarına bakıldığında çoğunun genel olarak klasik İslam hukuk teorisinin detaylı kural ve prensiplerini sıkı bir şekilde takip etmediği görülmektedir. Bununla birlikte bu uygulamalar hukuki temellendirmelerden mahrum değildir ve bazıları klasik İslam hukuk bilimi içerisinde kaynağını bulabilmektedir. Dahası bu uygulamalar iptidai de olsa meşru bir teorik çerçeve sunmaktadır. (shrink)
Este artículo se centra en L'Alcorano di Macometto, escrito por Giovanni Battista Castrodardo de Belluno (1517 ca.-1588 ca.) e impreso por Andrea Arrivabene en Venecia en 1547. Aunque hoy sea considerado como una torpe paráfrasis de la traducción latina del Corán de Roberto de Ketton (1143 AD), un examen atento demuestra que L¿Alcorano costituyó una práctica y exitosa enciclopedia de bolsillo sobre la historia del islam y del Imperio otomano. Siguiendo una intuición de Alessandro D¿Ancona (1889), analizo los textos históricos (...) publicados en la introducción del texto, centrándome especialmente en la biografía del profeta Muh.ammad escrita por Castrodardo. Dicha biografía presenta una larga oración renacentista pronunciada por el monje Sergio-Bahi-ra- para convencer a Muh.ammad a derrocar al emperador Heraclio. A través de un análisis lingüistico y retórico detallado de esta oración, intento demostrar la cultura literaria de Castrodardo y su interés por las obras de Maquiavelo. Este nuevo retrato de Muhammad presenta al profeta del islam como un príncipe renacentista, un legislador y un «profeta armado», revelando asimismo las ideas políticas de los círculos filoturcos y anti-imperiales vinculados a la embajada de Francia en Venecia. (shrink)
İslam'daki manevi hayatın ve ahlaki değerlerin ismi olan tasavvuf, İslam düşünce tarihinde önemli bir yere sahiptir. Yerel ve evrensel birçok unsuru içinde barındıran bu akım, dinin maneviyat boyutunu ön olanda tutar. İslam toplumu, ruhi ve manevi değerlerin birçoğunu tasavvufa ve onun kurumsal ifadesi olan tarikatlara borçlu olduğu görülmektedir. Tasavvufun en önemli özelliklerinde birisi, bireyin gündelik hayatının akışına müdahil olmasıdır. Dinin bireyin dünyasına nüfuzu anlamına gelen dindarlık ise bireyin günlük dünyasının duygusal yönlerinde Sufizmin etkisiyle güçlü değişiklikler meydana getirmektedir. Bununla beraber tasavvuf, (...) bireysel dinginliğin yanı sıra toplumsal alanda kendini gerçekleştiren bir maneviyat hareketi olma özelliği taşır. Bu çalışmanın amacı, kendini dindar olarak tanımlayan öğrencilerin dine tasavvufa, tarikatlara ve rabıta olgusuna bakışını sosyolojik olarak analiz etmektir. Bundan dolayı, kendini dindar olarak tanımlayan bireylerin tasavvuf, tarikat ve rabıta olgularına yaklaşımlarına odaklanılmıştır. Bu çalışmanın temel tezi hem tasavvufun bireyin hayatını değiştirdiği hem de bazı olumsuzluklarına rağmen dindar öğrencilerin tasavvufa olumlu yaklaştıklarıdır. Tasavvuf, bireyin dünyasında dinin derinleşmesine katkı sunmaktadır. Nitel verilere dayanarak yapılan, Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okuyan ve kendini dindar olarak tanımlayan öğrencilerle gerçekleştirilen mülakat verilerinin analizine dayanan bu makale, tasavvufun gündelik hayat içindeki varlığını tartışmayı amaçlamaktadır. İki ana bölümden oluşan bu makalenin ilk bölümünde toplumsal bir aktör olarak tasavvuf ile beraber gündelik hayatın sosyolojisine, ikinci bölümde de Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dördüncü sınıfta okuyan dindar öğrencilerle yapılan mülakat verilerine odaklanılmıştır. Sonuç bölümünde ise tasavvuf, tarikat, rabıta ile beraber tasavvufi yaşamın gündelik hayata etkisi değerlendirilmiştir. Sonuç olarak yerel ve evrensel unsurları içinde barındıran tasavvuf, hem dinin etkisini artırarak bireyin dindarlaşmasına hem de ahlaklı bir toplumun oluşmasına katkı sunmaktadır. Tasavvuf kökenli dini grupların bazı ritüellerine karşı çıkmakla beraber tasavvuf olgusuna olumlu yaklaşan öğrencilere göre tasavvufun bireyin gündelik hayatında sağlamış olduğu temel katkı, dinin pratik ve ritüel boyutunu da içeren ahlak alanındadır. Bundan dolayı tasavvuf, ahlaki eylemler üzerinden toplumsal ve bireysel hayata etki etmekte ve bireyin eylem dünyasını biçimlendirmektedir. Bu bağlamda öğrencilerin nazarında tasavvuf merkezli dini grupların etkili ve meşru olmalarının sebebi, ahlakın merkezde olduğu bir dinselliği görünür kılmalarıdır. Bunun yanı sıra hem eğitim-öğretim sistemi hem de İlahiyat fakültelerindeki eğitim, sadece öğretimi esas aldığı ve pratiği dışarıda bıraktığı için eleştirilmektedir. Bu bağlamda bilgi ile eylemi harmanlayan yeni bir eğitim anlayışına olan ihtiyacın varlığı ortaya çıkmıştır. (shrink)