On-line mechanisms in the processing of anaphora were investigated in two reading experiments. Short German texts were presented incrementally for self-paced reading, and inspection times were recorded for every single word. Each text contained a critical two-clause sentence with an elliptical gap and a personal pronoun. In the first experiment, varying the surface structure of the antecedent clause affected inspection times for the anaphor clause as a whole. In the second experiment, varying the semantic structure of the antecedent affected antecedent (...) but not anaphor inspection times. The findings are not in agreement with the view that anaphor resolution is an exclusively retroactive process triggered on encountering the anaphor. Rather, the results suggest that anaphor resolution includes proactive subprocesses: foundations for interpreting anaphora yet to come are laid during reading the antecedent. (shrink)
Four experiments demonstrate category congruency priming by subliminal prime words that were never seen as targets in a valence-classification task and a gender-classification task . In Experiment 1, overlap in terms of word fragments of one or more letters between primes and targets of different valences was larger than between primes and targets of the same valence. In Experiments 2 and 3, the sets of prime words and target words were completely disjoint in terms of used letters. In Experiment 4, (...) pictures served as targets. The observed subliminal priming effects for novel primes cannot be driven by partial analysis of primes at the word-fragment level; they suggest instead that primes were processed semantically as whole words contingent upon prime duration. (shrink)
This paper presents the contributions of Alcindo Flores Cabral, professor of Chemistry at the Faculdade de Agronomia Eliseu Maciel, nowadays part of the Universidade Federal de Pelotas, to chemistry teaching. It is a contribution almost unknown to the Brazilian chemical community, although recognized as valuable by several renowned chemists abroad, like W. Hückel, G. Charlot, F. Strong, E. Fessenden and others. Cabral’s innovative helical representation is presented in connection not only with contemporary representations, but also an incursion is made into (...) the first helical systems proposed, those of Hinrichs and of Baumhauer. Some comments are made not only on Cabral’s Classificação Natural dos Elementos, published in 1946, but also about other texts he wrote for an efficient chemistry teaching. (shrink)
Este artigo apresenta a contribuição de Alcindo Flores Cabral (1907-1982) - professor de química da Faculdade de Agronomia Eliseu Maciel, hoje incorporada à Universidade Federal de Pelotas - ao ensino de química, uma contribuição quase desconhecida pela própria comunidade química brasileira, embora reconhecida como relevante por diversos químicos estrangeiros importantes, como W. Hückel, G. Charlot, F. Strong, E. Fessenden e outros. A inovadora representação helicoidal de Cabral é apresentada não só em conexão com representações contemporâneas, mas também inclui-se uma incursão (...) pelos primeiros sistemas helicoidais propostos, os de Hinrichs e de Baumhauer. Apresentam-se alguns comentários não somente sobre a Classificação natural dos elementos, publicada em 1946, mas também sobre outros textos escritos para tornar mais eficaz o ensino de química. (shrink)
«Demokrasi, insani varoluşa içkin olanakları hem pozitif hem de negatif özgürlükler bağlamında hayata geçirme ve her tekil insanın kendisini ne ise o olarak algılama arzusuna eşlik edecek “ontolojik haysiyet eşitliği” talebinin sesidir. Dile getirdiğim eşitliğe dayalı demokrasi talebi, aynı zamanda, egemenlik ilişkilerinin hiyerarşik yapılanmasına karşı bir direnişi de temsil eder. Bu kitaptaki her bir bölüm bu direnişe açılan yeni bir pencere olarak okunursa kitap amacına ulaşmış olacaktır». (editör) Eray Yağanak -/- Ülkemizin çeşitli üniversitelerinden on bir yazarın kaleme aldığı bu (...) kitapta, çağdaş felsefenin Mill, Nietzsche, Popper, Rawls, Habermas, Dworkin, Laclau, Mouffe, Badiou, Rancière ve Pettit gibi önemli figürlerinin demokrasi anlayışları incelenmektedir. (shrink)
Word recognition is the Petri dish of the cognitive sciences. The processes hypothesized to govern naming, identifying and evaluating words have shaped this field since its origin in the 1970s. Techniques to measure lexical processing are not just the back-bone of the typical experimental psychology laboratory, but are now routinely used by cognitive neuroscientists to study brain processing and increasingly by social and clinical psychologists (Eder, Hommel, and De Houwer 2007). Models developed to explain lexical processing have also aspired (...) to be statements about the nature of human cognition (e.g., connectionist models, Plaut, McClelland, Seidenberg, and Patterson 1996). Words were convenient objects to study for cognitive psychologists because they are welldefined and their nature as alphabetic strings was a good fit to analysis with the computer programming languages of the 1970s and 1980s which excelled at string manipulation. But are words actually the privileged unit of mental representation and processing that all of this scientific attention makes them out to be? Like a growing number of other language researchers, our answer is no (see, e.g., (Bybee and Hopper 2001; Wray 2002). We propose that the mental representations for lexical structures form a continuum, from word combinations which have fossilized into single units (nightclub) to those that both exist as independent units and yet have bonds, varying in tightness, with the words with which they frequently co-occur (Harris 1998). The first line of support for this view is the simple observation that fluent speakers easily recognize the familiarity and cohesive quality of word combinations in their language. Examples in English include common noun compounds (last year, brand new), verb phrases (cut down, get a hold of, faced with) and other multi-word expressions such as common sayings and references to cultural concepts (saved by the bell, speed of light; Jackendoff 1995).. (shrink)
İlâhî metnin nasıl yorumlanacağı, özellikle de akıl-nakil çatışmasında bunlardan hangisinin önceleneceği konusunda belirli ölçütlerin olması gerektiğini söyleyen Râzî, bu bağlamda dilsel delâletin zannîliği teorisini geliştirir. Râzî’nin bu nazariyesine göre lafzî deliller; lügat bilgisinin, sarf ve nahiv kurallarının günümüze intikalinde yaşanması muhtemel olan hatalar ile mecaz, iştirâk ve nakil gibi farklı dil olasılıklarına maruz kalır. Dolayısıyla dinî metinler, karine olmadan kesin bilgi ifade etmez. Neo-klasik Selefî anlayışın öncü isimlerinden İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye, lafzî delillerin kesin bilgi değil, zan ifade (...) ettiği görüşünü tâğût olarak nitelendirip bu görüşü ötekileştirici bir üslupla tenkit eder. Bu makalede dilin zannîliği çerçevesinde üretilen dinî dışlayıcılık söylemi incelenip bu söylemin, Râzî’nin sözlerinin yanlış anlaşılmasından kaynaklandığına dikkat çekilecektir. Bu inceleme yapılırken ilk olarak dinî dışlayıcılıkla ne kastedildiği açıklanacak ve dilin zannîliği teorisinin düşünsel arka planını oluşturan sözel ve gerçek bağlama yer verilecektir. Ardından mezkur isimlerin, Râzî’nin dindarlığını sorgulama ameliyesine, sonunda ise Râzî’ye yöneltilen ithamların onu yanlış anlamaktan kaynaklandığına işaret edilecektir. (shrink)
Öz: Frege özel adların (ve diğer dilsel simgelerin) anlamları ve gönderimleri arasında ünlü ayrımını yaptığı “Anlam ve Gönderim Üzerine” (1948) adlı makalesinde, bu ayrımın önemi, gerekliliği ve sonuçları üzerine uzun değerlendirmeler yapar ancak özel adın anlamından tam olarak ne anlaşılması gerektiğinden yalnızca bir dipnotta kısaca söz eder. Örneğin “Aristoteles” özel adının anlamının Platon’un öğrencisi ve Büyük İskender’in öğretmeni ya da Stagira’da doğan Büyük İskender’in öğretmeni olarak alınabileceğini söyler. Burada dikkat çeken nokta örnekteki özel adın olası anlamları olarak gösterilen belirli (...) betimlemelerin de özel ad içeriyor olması. Anlamın Frege için bileşimsel olduğu, bir başka deyişle bir dilsel simgenin anlamının (varsa) parçalarının anlamlarınca belirlendiği düşünülürse, örnekteki belirli betimlemelerin anlamlarının saptanabilmesi için içerdikleri özel adların da anlamları saptanıp betimleme içinde geçtikleri yere konmalıdır. Bu işlem hiçbir özel ad kalmayana kadar sürdürülmelidir. Ancak biraz düşünülünce bir özel adın nesnesini tekil olarak betimleyecek ve içinde özel ad geçmeyecek bir betimleme bulmanın kolay olmadığı görülür. Örneğin yukarıdaki betimlemelerde geçen “Platon”, “Büyük İskender” ve “Stagira” gibi özel adların anlamları olabilecek ancak özel ad içermeyen betimlemeler bulmak pek kolay görünmüyor. Ortaya bir sonsuz gerileme sorunu çıkmış gibi duruyor. Frege’nin anlam-gönderim ayrımını için ciddi sonuçları olabilecek bu sorunu Frege çözebilir mi? Bu yazıda bu sorunun yanıtını arayacağım. Sorunu betimledikten sonra Frege’nin önündeki seçenekleri (örneğin bağlama duyarlı terimlerden (gösterme adılları veya belirteçler) yararlanma veya bağlamı sınırlama gibi) değerlendireceğim. -/- Abstract: In his “Sense and Reference” (1948), Frege makes his famous distinction between the sense and the reference of a proper name (and other signs) and discusses at length the significance, necessity and consequences of the distinction, but he explains how the sense of a proper name should be understood very briefly in a footnote. According to him, for example, the sense of the proper name “Aristotle” can be taken as the pupil of Plato and teacher of Alexander the Great or the teacher of Alexander the Great who was born in Stagira. What is interesting here is that the definite descriptions given as the possible senses of this proper name do themselves contain proper names too. Since the sense is something compositional for Frege, which means the sense of a linguistic sign is determined by its constituents (if there are any), in order to determine the sense of definite descriptions in question, we should first determine the senses of proper names they contain and substitute these senses with the proper names themselves. This process should continue until no proper name remains. However, it does not seem easy to find a definite description which describes the object of a proper name uniquely but contains no proper name itself. For instance, could we find appropriate senses that contain no proper name for “Plato”, “Alexander the Great” and “Stagira”? It does not seem likely. A problem of infinite regress appears to arise. Can Frege solve this problem, which poses a serious threat for his sensereference distinction? I will explore this problem in this paper. After explaining the problem, I will discuss the options (e.g. turning to indexicals or context restriction) Frege can take to deal with it. (shrink)
18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin Romantik filozofu Jean Jacques Rousseau pek çok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmada Rousseau’nun özellikle başta “Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev” adlı çalışması esas alınarak onun bilim ve sanatlara bakışı ele alınmıştır. Rousseau, söz konusu eserinde ele aldığı bilim ve sanat hakkındaki düşünceleri nedeniyle çok kez eleştirilmiştir. Bu çalışmanın amacı Rousseau’nun bilim ve sanata karşı olduğu yönündeki bir eleştiriyi tartışmaya açmaktır. Çalışma, Rousseau’ya yöneltilen eleştirilere karşı suçlamalara nasıl tepki verdiğini bizzat onun eserlerinden yola çıkarak ortaya koymayı amaçlamaktadır. (...) Rousseau’nun derdi uygarlık neticesinde inşa edilen toplumda, insanların değerlerinin nasıl yitip gittiğini göstermektir. Nitekim Rousseau, özgür ve eşit doğan insanların böylesi bir toplumda “her yerde zincire vurulduğunu” ifade eder. O, bu durumun sorumluları olarak gördüğü sahte aydınları ve bilginleri eleştirmektedir. Zira Rousseau, bu kişilerin bilim ve sanat adı altında yaptıkları çalışmaları insanlara tuzak olduğu için eleştirmektedir. Çünkü ona göre, uygarlık durumu, insanı gerçek doğasından ve doğal olan yanından uzaklaştırmakta ve değersizleşmektedir. (shrink)
Rızâeddîn bin Fahreddîn, 19.-20. yüzyıllarda İdil-Ural bölgesinde ceditçilik hareketi içerisinde yer almış en önemli düşünürlerdendir. Rusya müslümanlarının uyanışına katkı sunmak için birçok İslam düşünürünün biyografisini kaleme almıştır. Bunlardan birisi de İbn Arabî hakkındadır. Eserinde İbn Arabî’nin fikirlerini amelî, ilmî ve felsefî başlıkları altında inceler. Amelî görüşler başlığında içtihat, kıyas ve icmâ meseleleriyle ilgilenir. İlmî görüşler başlığı altında şumûl-i rahmet, ricâlu’l-gayb ve firavunun imanı konularını inceler. Felsefî görüşlerde ise âlem-i misâl ve vahdet-i vücûd hakkındaki tartışmaları öne çıkarır. Rızâeddîn bin Fahreddîn, eserinde (...) İbn Arabî hakkında gelişen tarihsel münakaşaları yeniden değerlendirir. Bu konuda üç tutum ve gruptan bahseder. İlk grup onu kafir, ikinci grup ise büyük bir veli olarak görür. Üçüncü grup onun büyük bir veli olduğunu kabul eder fakat eserlerinin okunmasının sakıncalı olduğunu söylerler. Rızâeddîn bin Fahreddîn bunlara ek olarak eserinde İdil-Ural müslümanları arasında da İbn Arabî etkilerinden bahseder. Eserinin sonunda İbn Arabî ile ilgili zikrettiği görüşleri değerlendirir. İbn Arabî düşüncesinin zaaf ve imkanlarına işaret eden bu değerlendirmede neo-selefî ve reformist görüşlerin etkisini izlemek mümkündür. (shrink)
Dini çoğulculuk, dini dışlayıcılık ve kapsayıcılıktan farklı olarak, her dinsel inanış taraftarlarının kendi dinleri içinde kalarak ilahi selamete erişeceğini söyler. Temelde, teolojik ve felsefi boyutları olan dini çoğulculuk tartışmasının siyasete bakan bir yönü de vardır. İslam tarihinde Meşşâî felsefenin kurucusu ve mutluluk filozofu olarak bilinen Farabi, bir taraftan hakikate nasıl ulaşılacağı diğer taraftan ise “âlem” adını verdiği kozmopolitanizm nasıl inşa edileceği ile ilgilenmektedir. Siyasal toplumun amacının, insanların uygun ölçekte, en yüce iyi için yardımlaşmalarını sağlamak olduğunu savunan Farabi’ye göre, erdemli bir (...) yaşam kurulmasına imkan sağlayan üç örgütlenme biçimi vardır: Şehir, millet ve âlem. Platon ve Aristoteles gibi Antik düşünürlerden farklı olarak erdemli bir yaşamın sadece sitede kurulacağı düşüncesine karşı çıkan Farabi, sitenin yetkin bir yaşamın ilk basamağı olduğunu savunur. Ancak, erdemli yaşamı site ile sınırlamaz. Farabi’nin teorisinde, Antik düşünceyi aşan bir kozmopolitanizm söz konusudur. Bundan dolayı Farabi, farklı dinlerin varlığını, kendi siyasal düşüncesine uygun olarak meşru kabul eder. Eğer mutluluk için yardımlaşacaklarsa, insanların dinlerinin farklı olmasında bir beis görmez. Bu dini çoğulculuğun siyasal temelidir. Diğer taraftan Farabi, dinleri hakikatle eşitleyen anlayışa karşı çıkarak, farklı dinlerin hakikatin çeşitli imajlar, örnekler ve taklitler yolu ile halka benimsetilmesi olarak görülmesi gerektiğini savunur. Diğer bir ifade ile dinler, hakikatin kendisi değil, farklı tarihsel ve kültürel bağlamlarda oluşmuş sembolik ifadesidir. Bu bakımdan bütün dinler ile hakikat arasında bir mesafe bulunmaktadır ve hiçbir din hakikatin kendisi değildir. Buradan Farabi’nin düşüncesinde dinsel çoğulculuğunun sınırı olmadığı çıkmamalıdır. Farabi’ye göre din, felsefe yolu ile bulunan hakikatin ikna etme veya hayal ettirme yoluyla ya da her ikisiyle birden halka kabul ettirilmesidir. Ancak Farabi, hakiki felsefe ile sahte felsefe arasında bir ayrım yapar ve ancak hakiki felsefeyi takip eden dinlerin bir hakikat değeri olduğunu savunur. Hakiki felsefe ise evrenin bir ilk nedeni olduğunu ve ilk nedenin de nedensiz olduğunu söyler. Bu, evrenin tek bir yaratıcısı olduğu anlamına gelir ve çok tanrıcılığı dışlar. Bu bakımdan Farabi, sadece tek tanrılı dinleri çoğulculuk kapsamına alır. Bunun nedeni, tek tanrılı dinlerin hakikatle özdeş olmaları değil, hakiki felsefeyi takip etmeleridir. Çünkü felsefe dinden öncedir. Bu, Farabi’nin düşüncesinde çoğulculuğun sınırlarına işaret etmektedir. Farabi, dinleri hakikatle özdeş görmeyerek ve aynı hakikatin sembolik ifadeleri olduğunu söyleyerek çoğulculuğun yolunu açar. Buna karşın sahte felsefeyi takip eden dinler olduğu gerekçesiyle çok tanrılı dinleri dışarıda bırakarak sınırlarını çizer. Bu çalışma, Farabi’nin düşüncesinde dini çoğulculuğun siyasal ve epistemolojik temellerini ve çoğulculuğun sınırlarını konu almaktadır. (shrink)
Kelâmda boşluk fikrini atomculuğun kabulüyle başlatmak mümkün olsa da konuyla ilgili asıl tartışmaların Yunan felsefî mirasının İslam dünyasına aktarılmasından sonra gün yüzüne çıktığı görülmektedir. Kelâm literatüründe, felsefî gelenekte olduğu gibi boşluğun iki türü olduğu kabul edilmiştir. Bunların ilki âlemin dışında/ötesinde bulunan haricî boşluktur, ki bu tarz bir boşluğun olup olmadığı problemi kelâm kaynaklarında “âlemin ötesine bakan kimse bir şey görebilir mi” veya “âlemin dışına elini uzatan kimsenin eli hareket eder mi” soruları etrafında tartışılmıştır. İkincisi ve kelâmcıların gündemini daha çok (...) meşgul eden boşluk türü ise âlemin içinde ve cisimleri oluşturan atomların/cevherlerin arasında olduğu kabul edilen dâhilî boşluktur. Bu türden bir boşluğun olup olmadığı hususu kelâm kaynaklarında “iki cevherin, aralarında üçüncü bir cevher olmadan ayrık bir şekilde durması mümkün müdür?” sorusu etrafında tartışılmıştır. Özellikle âlem-içi boşluk konusunda Mu‘tezile’nin Basra ve Bağdat ekolleri arasında yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmalarda ortaya konan deliller İbn Metteveyh ve Ebû Reşîd en-Nîsâbûrî tarafından orijinal halleriyle nakledilmiştir. Bu makalede iki ekol arasındaki bu tartışmalar ele alınmakta ve her iki ekolün kendi görüşlerini desteklemek için ortaya koyduğu teorik ve deneysel argümanlar, bunların felsefî kökenleri göz önünde bulundurularak değerlendirilmektedir. (shrink)
İdrak ve niteliği felsefenin en önemli problemlerinden biridir. İbn Sînâ hissî, hayalî, vehmî ve aklî olmak üzere dört farklı idrak mertebesi dillendirir. Buna göre insan nefsi nesnelerin suretlerini duyu yetileriyle algılar. Daha sonra bu suretleri hayal yetisine teslim eder. Akabinde akıl bu sureti barındırdığı maddî eklentilerden arındırarak aklî suretlerin oluşumu için gerekli zeminleri hazırlar. Daha sonra faal akıl insan nefsine aklî suretleri verir. İnsan zihninde duyularla algılanan bu kavramlardan başka kavramlar da vardır. Bu küllî kavramların yeri nesnel âlem değil (...) öznel âlemdir. İslam felsefesi geleneğinde Fârâbî ilk defa bu ayırımı yapar ve ma‘kūlleri birinci ve ikinci ma‘kūller diye iki kısma ayırır. İbn Sînâ da bu sınıflandırmayı benimser ve konu hakkında yeni açıklamalar getirir. İbn Sînâ, ikinci ma‘kūllerin sonraki dönemlerde yapılan felsefî ve mantıkî ayırımını her ne kadar dillendirmese de eserlerinden bu iki ma‘kūl türünün farklılığına teveccüh eder. Bu çalışmada İbn Sînâ felsefesinde idrak olgusunun gerçekleşme niteliği ele alınacak ve daha sonraki dönemlerde dillendirilen ikinci felsefî ma‘kūl anlamların İbn Sînâ felsefesindeki yeri açıklanacaktır. (shrink)
Mu‘tezilî kelâmcıların ortaya attıkları ahlâk nazariyesi Ortaçağ İslâm dünyasında önemli bir yer işgal eder. Bundan dolayı, bu makale bilgi-değer münasebeti sorununa ayrılmıştır. Eş‘arî kelâmcıların aksine, Mu‘tezilîler, bilgi-değer münasebetinden yola çıkmak suretiyle, din gönderilsin ya da gönderilmesin, iyi, kötü ve zorunlu gibi bazı objektif değer terimlerinin akıl kanalıyla bilinebilirliği tezini öne sürmüşlerdir. Mu‘tezilîler, ahlâkî değerler alanında nesnelciliği savunurlar, ancak onların savunduğu ve zorunluluğunu bütünüyle Tanrı’dan alan bu türden bir nesnelcilik anlayışını, deyim yerindeyse, “ilâhî nesnelcilik” diye nitelendirmek mümkündür. Onlarca, değerler daha (...) başlangıçta hem nesneler âlemine hem de insan anlığına sadece Tanrı tarafından yerleştirilmiştir. Mu‘tezilîlere göre, hem akıl hem de nakil iyi ve kötü gibi değer kavramlarını bilme hususunda iki asıl kaynaktır. İşte bu nedenledir ki, Mu‘tezilîlerin savunduğu akıl “kısmî akılcılık”olarak kabul edilebilir. Sonuç itibariyle, Mu‘tezilîlerin ahlâk sisteminde, insanoğlu daha başlangıçta onu yaratırken Tanrı’nın kendisine bahşetmiş olduğu yetkin aklını kullanmak suretiyle erdemli ve ahlâki bir yaşam tarzı sürdürebilir. (shrink)
Çatı, eylemin özne veya nesneyle ilişkisinin niteliğini açıklayan bir kavramdır. Türkçede çatıya ilişkin kavramlar, özne ve nesne esas alınarak oldukça işlevsel bir biçimde sınıflandırılmıştır. Türkçedeki çatı kavramlarının Arapçadaki karşılıkları ise fiil kalıplarının anlamları başlığı altında yer alır. Bu anlamların ve ilgili kavramların Arapçada kendine özgü bir sistematiği ve mantığı vardır. Anadili Arapça olanlar için bu sistematik, tutarlı ve anlamlı bir yapı arz eder. Ancak anadili Türkçe olanların, Arapçada fiil kalıplarının anlamlarını ve çatı kavramlarını anlama ve anlamlandırmalarına katkı sunacak bir (...) sınıflandırmaya ve yaklaşıma da ihtiyaç vardır. Fiil kalıplarının anlamları çeşitli çalışmalara konu edilmiştir. Ancak çatı kavramları iki dilde karşılaştırılmamıştır. Bu çalışmanın amacı, Arapçadaki çatı kavramlarını, Türkçedeki çatı tasnifi üzerinden sınıflandırarak, onları Türkçeleriyle karşılaştırmaktır. Ayrıca Arapçadaki fiil kalıplarının çatı dışındaki anlam ve işlevlerine, Türkçe dilbilgisi kavramları perspektifinden bir yaklaşım geliştirmektir. Bu çalışmada, Arapçada çatı karşılığında kullanılan bina kavramının, Türkçedeki çatı kavramını da içeren daha geniş bir kavram olduğu, müteaddî teriminin, Türkçedeki geçişli, oldurgan ve ettirgen kavramlarının karşılığı olarak kullanıldığı, dönüşlülük olgusunun ise iki dildeki tarifinin farklı yapıldığı sonucuna ulaşılmıştır. Türkçedeki çatı tasnifinin esas alınarak Arapçadaki çatı kavramlarını sınıflandırmanın Arapça çatı kavramlarını anlama ve anlamlandırma açısından da işlevsel olduğu değerlendirilmektedir. (shrink)
Bu yazıda, en eski felsefe disiplini ve bilimlerin kraliçesi olan metafizik konusunda, onun aklın sınırları içerisinde niçin anlaşıla-maz olduğu hakkında Kant’ın çözümlemelerinin kavramsal zemini üzerinde durulacaktır. Kant’a göre, metafiziksel yargılar, kendilerini mantıksal diye ifade ederek gerçekliğin bilgisini verdikleri savını dile getirirler. Yine de bu durum, yanılsama mantığından başka bir şey değildir. Metafizikle mantık arasındaki ilişkinin gerçek değil de kavramsal yapıya sahip olması, onun bir yanılsamadan oluştuğunu ifade eder.
Özet Hz. Peygamber’in her hâlini bizzat müşahede edecek kadar yakın ve Kur’ân’ın ilk muhatapları olan sahabe neslinin örnek hayatı ve ilmi kişilikleri hakkında çalışmak, bilgi edinmek, Kur’ân’ı ve Rasûlullah’ı doğru anlamanın temel yöntemini teşkil eder. Abdullah ibn Mes’ûd, ilmi yönden zengin birikime sahip ve yaşantısı bakımından farklı bir kişiliği vardır. Müslüman olduktan sonra Rasulullah’ın yanından hiç ayrılmayan, her türlü hizmetinde bulunan, öyleki ehl-i beytten fark edilmeyecek kadar O’na yakın olan İbn Mesʿud, aynı zamanda hemen hemen bütün savaşlarda Rasulullah’ın yanında (...) bulunmaktan geri durmayan diğer taraftan Resulullh’tan sonra da Kur’ân ve İslâm’a hizmet eden ve müslümanları eğiten bir muallimdir. Kur’ân-ı Kerîm’e ve Arapçaya olan vukûfiyeti, başta kıraat olmak üzere tefsir, hadis ve fıkıh ilmine dâir derin bilgisiyle öne çıkmış ve isim yapmış olan Abdullah ibn Mes’ûd Rasulullah’ın övgüsüne mazhar olmuş ashabın büyüklerindendir. Abdullah ibn Mes’ûd’un Kur’ân’ın nüzûlünün neredeyse tamamına şahit olması ve Peygamber’in yakınında bulunması, Kur’ân ve Kıraat ilimler açısından çok önemlidir. Abdullah İbn Mesʿud’un kıraatı iki gruptan oluşmaktadır. Birincisi hemen birçok kıraat-ı aşere imamının senetlerinde yer alan ve üzerinde ittifak edilen sahih kıraatler, ikincisi de müfessirlerin tefsirlerinde ele aldıkları ve tefsir kabilinden izahatları, dil bakımından istişhadda bulundukları, ihticac için kullandığı veya sadece müteradif olarak ele aldığı ifadeleridir. Bu çalışmada kıraatini bizzat Hz. Peygamber’den alan İbn Mes’ûd’un kıraat ilmini elde ettiği yol ve alanları irdelenmiştir. Özellikle onun Hz. Peygamber’den Kur’ân tâʿlimi, Allah Rasûlu ve Cebrail’in katılımıyla gerçekleşen Kur’ân’ın arzına katıldığını söylemesi, genelde İslâmî ilimlere özelde Kıraat’a yaptığı katkı, cem, istinsah ve Mushaflar konusundaki tutumu, ashâbın onun kıraati hakkındaki sözleri ve görüşleri gibi konuları incelenmeye çalışılmıştır. Sonuç olarak birçok ilim dalında söz sahibi olduğu gibi Kıraat ilminde de imam olan büyük sahabi Abdullah ibn Mesʿdun kıratinin mahiyeti hakkında bilgi verilmiştir. (shrink)
Defeasibility theories aim to reach a plausible definition of knowledge by finding strategies to exclude true beliefs based on faulty justifications. Different philosophers have advanced with their own understandings of undefeated justification. Zagzebski indicates that the strong defeasibility condition violates independence between truth and justification because undefeated justification never leads to false beliefs. Following this, Zagzebski and some other philosophers who pursue a similar line of reasoning conclude that undefeated justification entails truth. In this paper, I argue that the truth (...) condition is not superfluous by presenting an example of undefeated justification that does not entail truth. My claim is that beliefs about metaphysical questions can have undefeated justifications. Nonetheless, such undefeated justifications are not capable of assigning truth to the beliefs that they support. Sarsılabilirlik kuramları makul bir bilgi tanımına ulaşabilmek için hatalı gerekçelendirmelere dayalı doğru inançları eleme stratejisini güder. Farklı felsefeciler kendilerine özgü sarsılabilirlik anlayışları geliştirmiştir. Sarsılmaz gerekçelendirmeler hiçbir zaman yanlış inançların dayanağı olmadığından Zagzebski katı sarsılabilirlik şartının inancın doğruluğu ile gerekçelendirilmesi arasındaki bağımsızlığı ortadan kaldırdığını ifade eder. Bunu takiben, Zagzebski ve yine benzer görüşleri savunan bazı felsefeciler sarsılmaz gerekçelendirmenin zorunlu olarak doğruluğu beraberinde getirdiği sonucuna varır. Bu makalede, sarsılmaz gerekçelendirmelerin her zaman doğru inanca ulaşmaması durumuna örnek göstererek, doğruluk koşulunun lüzumsuz olmadığını iddia ediyorum. İddiama göre metafizik sorulara ilişkin inançlar sarsılmaz gerekçelendirmelere sahip olabilirler. Buna rağmen söz konusu gerekçelendirmeler destekledikleri inançlara doğruluk atfedemez. (shrink)
Fıkıh literatüründe sünnet önemli bir yere sahiptir. Çünkü fıkhın temeli Hz. Peygamber tarafından atılmış ve fıkhın gayesini en iyi bilen ve uygulayan kendisi olmuştur. Bu sebeple şer’î amelî konularda hüküm istinbatı için müctehid imamlar, Kur’an’dan sonra sünnete başvurmuşlardır. Bununla birlikte müctehid imamlar, Hz. Peygamber’den gelen rivayetlerin bazılarını kabul ve onlarla amel etmede görüş ayrılıkları yaşamışlardır. Görüş ayrılıklarının temelinde ise sünnetin ekseriyetini teşkil eden haber-i vâhid vardır. Çünkü haber-i vâhid yapısal açıdan yalan, yanlışlık ve vehm ihtimali bulundurması yanında doğruluğu zan ile (...) sabit olması sebebiyle özellikle Hanefî usûlcülerine göre bilgi ifade etmez. Bu yönüyle haberi vâhid, mütevâtir haber kadar kuvvetli ve bağlayıcı olmayıp zannî bir bilgi ifade eder. Bu doğrultuda haber-i vâhid, “bilgi gerektirmez, zan gerektirir” şeklinde ifade edilmiştir. Bu ifade bağlamında şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Haber-i vâhid, bilgi ifade etmediği halde, onunla amel edilmesi mümkün müdür? Bu sorudan hareketle zan ifade eden haber-i vâhidin hücceti ve onunla amel edilmesinin mümkün olup olmadığını, mezheplerin haber-i vâhide yaklaşımlarının nasıl olduğunu ve bu durumun cenaze bahsine ilişkin hükümlere nasıl yansıdığını ortaya koymak amacıyla bu çalışma ele alınmıştır. Dolayısıyla bu çalışmanın konusu, haber-i vâhidin hücceti için mezheplerin ileri sürdüğü farklı şartlar ve bu şartların hükümlere -cenaze namazı özelinde- etkisi ile sınırlıdır. Yöntem olarak öncelikle kavramsal çerçevede haber-i vâhidi tanımlamak, bilgi değerini ortaya koymak ve mezheplerin onunla hücceti noktasında benimsedikleri şartları tespit etmek amacıyla ilgili mezheplerin usûl eserleri incelenmiştir. Daha sonra mezheplerin benimsediği bu usûlî yöntem, cenaze bahsindeki yerini belirlemek üzere ilgili mezheplerin fürû kitapları taranmıştır. Bu metottan hareketle mezheplerin usûlde benimsediği ilkenin fürû meselelerine nasıl yansıdığı, haber-î vâhidin zannî bilgi ifade etmesine rağmen onunla amel etmenin gerekçesi ve cenazeye ilişkin bazı hükümlerde mezheplerin farklı hüküm benimsemelerinin nedeni ortaya konulacaktır. (shrink)
Molla Halil’e göre insanların bu dünyada yaptıkları iyiliklere karşılık Yüce Allah onları ahirette lütfuyla nimetlendirecek ve Cennetine koyacaktır. Bu, Allah’ın insanlara bir va‘didir. Allah va‘dinden asla dönmez. Çünkü Allah’ın va‘dinden dönmesi, O’nun hakkında bir eksiklik sayılır. Ancak bu durum O’nun için vucûbiyet ifade etmez. Vucubiyet kavramı çeşitli anlamlarda kullanıldığı için anlam kargaşasına yol açabilir. Buna sebebiyet vermemek için kelamda özellikle de bu makalede “zorunluluk” anlamına kullanılacak olup bazen gereklilik anlamı da ihtiva edebilir. Allah, kötülük yapanları ise adaletiyle cezalandıracaktır. Bu da (...) Allah’ın va‘îdi olup, va‘îdi’nden dönebilir. Bu, O’nun hakkında bir noksanlığa sebebiyet vermez. Çünkü cezalandırmaktan vazgeçmesi Allah’ın merhametinin ve lütfunun bir sonucudur. Bununla birlikte ne va‘d ve ne de va‘îd Allah’a vacip değildir. Molla Halil’e göre, büyük günah insanı imandan çıkarmaz. Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyen kimse dünyada ne mümin olur ne de kâfir ikisinin arasında bir yerde durur. Buna da fasıklık denir. Haricîlere göre ise, ister büyük, isterse küçük olsun, her türlü günah sahibini iman dairesinden çıkarır ve küfür dairesine dahil eder. Molla Halil’e göre, ahiret hayatı ruh ve cesetle birlikte olacaktır. Bu üm-metin günahkârlarına peygamberler, şehitler ve salih kimseler şefaat edecek-tir. Mu‘tezile‘ye göre şefaat sadece iyilerin derecesinin yükselmesi içindir. Günahkârlar için şefaat olmayacaktır. Günahkâr müminler Cehenneme girseler de ebedi kalmayacaklar. Kâfirlerin azapları ise devamlı olacak ve bunlar ebedi olarak Cehennemde kalacaklardır. Biz bu makalede önce sevap ve İkâb kelimelerinin lügat ve ıstılah anlamları üzerinde duracak, sonra bu bağlamda ayet ve hadislerde verilen bilgileri ve bunların açıklamalarını ele alacağız. Daha sonra Molla Halil’in bu konulara dair görüşlerini sunmaya çalışacağız. Onun sevap ve İkâb ile ilgili tanımlarını, bunların sonuçlarına dair yaşanacakları ve varılacak yerleri ele alan yaklaşımlarını sunmaya çalışacağız. Burada farklı görüşlere sahip olmaları nedeniyle çoğunlukla Mu‘tezile’nin ve az da olsa Haricilerin görüşlerine de mukayese oluşturması için değineceğiz. Burada sadece Molla Halil’in görüşlerini değil, onun içinden geldiği Ehli Sünnetin görüşlerini, sünni kaynakları temel alarak aktarmaya çalışacağız. (shrink)
Arap dili ve belâgati Kur’ân’ın doğru anlaşılması ve yorumlanmasında en önemli etkenlerdendir. Apaçık Arapça olarak inen Kur’ân bu dilin en beliğ ve fasih kullanımlarını içerisinde barındırmaktadır. Dili ve kullanımları bilinmeyen bir kitabın doğru anlaşılması mümkün değildir. Bu nedenle Kur’ân’ın doğru anlaşılıp yorumlanması adına birçok çalışma Arap Dili ve Belâgati konularına tahsis edilmiştir. Bu çalışma belâgat ilminin me‛ânî başlığı altında ele alınan fasıl ve vasıl konusunu Kur’ân yorumuna etkisi açısından inceleyecektir. Ardı sıra gelen cümlelerin birbirleriyle ilişkisini konu edinen fasıl ve vasıl, (...) bu cümlelerin hangi durumlarda birbirinden ayrılması, hangi durumlarda bitişik olarak getirilmesi gerektiğini ve bunların sebeplerini ortaya koyar. Bunların üzerine hangi anlamların ortaya çıktığını ifade etmesi yönüyle de Kur’ân yorumu açısından son derece önem arz eder. Özellikle de ayetlerin birbiriyle ilişkisine dair sonuçları olması bakımından ayetler arası münasebet konusunun da ilgi alanına girer. Çalışmada öncelikle fasıl ve vasıl kavramları tarif edilecek, sonrasında da örnek ayetler üzerinden bunların Kur’ân yorumuna etkisi ortaya konulacaktır. (shrink)
Budizm, Hinduzim’e tepki olarak ortaya çıkan bir inanç sistemidir. Buda, bu dinin kurucusudur. Budizm daha çok Buda’nın hayatı ve görüşleri çerçevesinde şekillenir. Özellikle Buda’nın vaazları bu dinin yayılmasını sağlayan önemli konuşmalardır. Bu çerçevede Ateş Vaazı Budistler arasında önemli bir yere sahiptir. Ateş simgesi ile özdeşleşen bu vaaz, Budizm için bir kırılma eşiğidir. Bu vaazdan sonra yüzlerce keşiş Buda’nın yolunu izler. Genel olarak dini ve felsefi bir içeriğe sahip olan vaaz, keşişleri kurtuluşa davet eder. Buda bu vaaz aracılığıyla kendi yaşam (...) serüvenini ve ulaştığı sonuçları takipçilerine anlatır. Budizm’in inanç hayatı hakkında derli toplu bilgiler veren Ateş Vaazı, insanın bu dünyada yanılma nedenlerini ortaya koyar. Arzu, tutku ve nefretin acılara neden olduğundan söz eder. Tenasüh sürecinin insanı yıprattığını dile getiren vaaz, keşişler için kurtuluş yolu olarak Nirvana’yı önerir. Buda incir ağacının altında Nirvana’ya ulaşır. Burada pişer ve hakikati keşfeder. Buda bu vaaz aracılığıyla takipçilerinin de pişerek olgunlaşmasını önerir. Bu çerçevede bu çalışmada önce Budizm’in kısa bir geçmişi sonra Buda’nın hayatına yer verildi. Böylece Ateş Vaazı’nın ortaya çıkma süreci ve zemini ele alındı. Son olarak bu vaazın neyi, nasıl anlattığı ve ne gibi mesajlar verdiği ortaya konuldu. (shrink)
Unamuno’nun Sis adlı romanı gerçekliğin doğasına ilişkin felsefi bir sorgulama edimini bir aşk hikâyesi etrafında sembolize ederek dolaylı bir biçimde okuyucuya sunmaktadır. Eserin kahramanı Augusto Pérez’in varoluşsal krizinin kurgu ve gerçeklik arasındaki ilişkiyle birlikte farklı bir boyuta taşındığı bu roman, hayatın anlamı, ölümsüzlük arzusu ve bireyin tanrıyla olan ilişkisi gibi temaları varoluş ve kimlik arayışı ekseni etrafında şekillendirerek tartışmaya açmaktadır. Nesnel gerçeklik ve öznel hakikat arasında gidip gelen bu tartışma, Unamuno’nun varoluşçuluğu hakkında önemli ipuçları taşımakta ve kavramsal kişilikler aracılığıyla ustaca (...) ortaya koyduğu diyalog yöntemini dâhiyane edebi üslubuyla birleştirmektedir. Hayatın muğlaklıklarla dolu belirsiz bir yapısı olduğunu ifade eden Unamuno için yaşamın kendisi bir sistir. Dahası, yaşamın tüm canlılığının ve dinamikliğinin taşıyıcısı olan bu sisi aklın ve mantığın ışığında dağıtmaya ve berraklaştırmaya çalışmanın kendisinin komik olduğunu belirten Unamuno, yaşamın anlamının tam da bu trajik anlamı içinde ortaya çıktığını iddia eder. Aklın bildikleri ile kalbin inandıkları arasında insan absürt ve paradoksal olana adeta Kierkegaardcı bir iman sıçramasıyla bağlanmalıdır. Unamuno’nun varoluşçuluğunu gerçeklik problemi bağlamında değerlendirmeye çalışan bu makalenin amacı, varoluşun kurgu ve gerçeklik arasındaki özel yerini öznel bir iç hesaplaşmaya dönüştürme gerekliliğine dikkat çekmektir. (shrink)
Reminiscences of Peter, by P. Oppenheim.--Natural kinds, by W. V. Quine.--Inductive independence and the paradoxes of confirmation, by J. Hintikka.--Partial entailment as a basis for inductive logic, by W. C. Salmon.--Are there non-deductive logics?, by W. Sellars.--Statistical explanation vs. statistical inference, by R. C. Jeffre--Newcomb's problem and two principles of choice, by R. Nozick.--The meaning of time, by A. Grünbaum.--Lawfulness as mind-dependent, by N. Rescher.--Events and their descriptions: some considerations, by J. Kim.--The individuation of events, by D. Davidson.--On properties, by (...) H. Putnam.--A method for avoiding the Curry paradox, by F. B. Fitch.--Publications (1934-1969) by Carl G. Hempel (p. [266]-270). (shrink)
18. yüzyılın başlarında vefat ettiği düşünülen Şevkizâde Süleyman Efendi, tütün kullanımının yaygınlaştığı ve şiddetli yasaklamalar sonrası yasakların gevşediği bir dönemde yaşamış bir Osmanlı âlimidir. Bu dönem, Şeyhülislam Bahâî Mehmed Efendi’nin tütünün mubahlığına dair verdiği fetvası ve devletin tütünü resmen vergilendirmesi sonrasına tekabül eder. Söz konusu dönemde tütün kullanmanın hükmüyle ilgili tartışmalar yoğun bir şekilde devam etmekte olup, lehte ve aleyhte pek çok risâle kaleme alınmıştır. Konuyla ilgili risale kaleme alan müelliflerden biri olan Şevkizâde risalesinde, tütün kullanımı ile ilgili tartışmalarda (...) uygun olmayan deliller ve hakarete varan sert bir üslup kullanıldığı, tütün içilmesine engel olmak ve fitneyi önlemek üzere bu eserlerde konuyla ilgili nass bulunmadığı ve kıyasla hüküm istihraç etmenin ihmal edildiği gibi pek çok asılsız iddialarda bulunulduğunu belirtir. Söz konusu tartışmaların ise insanları kafa karışıklığı içinde bıraktığını, bu nedenle Kitap, sünnet ve müçtehitlerin görüşleri ışığında mesele ile ilgili doğruları ortaya koymak üzere kısa bir risale telif ettiğini belirtir. Tütünle ilgili genellemeci bir hükümden kaçınan Şevkizâde risalesinde; tütün kullananların mescide gelmekten menedilmesi, tütünün habâisten olup olmadığı, devlet başkanının tütün hakkındaki emrinin hükmü ve bağlayıcılığı, tütün kullanmanın haramlığını ve mubahlığını savunanların bazı iddialarının değerlendirilmesi ve tütün içmenin oruca etkisi gibi meselere ayrı ayrı temas eder. Bu makalede Şevkizâde’nin tütün hakkındaki risâlesi tanıtıldı ve incelendi, ayrıntılı olarak muhtevasına temas edildi ve son olarak risâlenin tahkikli metnine yer verildi. (shrink)
Editor James Fetzer presents an analytical and historical introduction and a comprehensive bibliography together with selections of many of Carl G. Hempel's most important studies to give students and scholars an ideal opportunity to appreciate the enduring contributions of one of the most influential philosophers of science of the 20th century.
The texts collected in this volume, which was originally published in 1969, contain Herder's most original and stimulating ideas on politics, history and language. They had for the most part not been previously available in English. In his introduction, Professor Barnard analyses the basic premises of Herder's political thought against the background of the Enlightenment. He examines Herder's concepts of language, community and culture, his theory of historical interaction, and his approach to the problem of change and progress. Finally, he (...) provides a brief comparative analysis of traditionalist thought following the French Revolution, showing how substantive writers like Burke differed from Herder despite the close similarity of political vocabulary. (shrink)
Talks collected from lectures given by Bennett with Gurdjieff's approval, to help people understand All and Everything: Beelzebub's Tales to His Grandson. Bennett regarded Gurdjieff's All and Everything as a work of superhuman genius.
“Dil politik bir zorunluluk olmanın yanı sıra, iletişim boyutunda bir oluş biçimi olarak estetik bir tutum da varlığa getirir. Bir şeye, dışarıda duran bir şeye gönderme yapma, gönderenin o şeyle olan tutum alışını gösterir. Ağaç ormanda bir anlama bürünürken, bir park alanında ya da yol kenarında başka bir anlama bürünür. Ağaç her zaman bir ağaç değildir; çünkü o ağaç olmaklığını benden bağımsız olarak almış olmasına rağmen, orada bir varlık olarak benim ifade etme biçimime bağlı olarak farklı anlamlara açıktır. Yine de (...) benim olan ağaç ile benim varlığıma gereksinim duymayan aynı ağaç, benim ağaç dediğim şeyle aynı değildir. “ağaç hakkında konuşuyorum,” bir betimleme sunmaz, dahası olmayan ağaç üzerinden bir ağaç var eder. Bu bir anlamada “o bir balık değil, balık resmidir,” türü bir yargıya doğru ilerler.” Bu örnek aslında felsefenin dilsel bir etkinlik olan nitel ya da nicel belirleniminin bize sunduğu ontolojiden bağımsız bir düşünüm olamayacağını açıklar mahiyettedir. (shrink)
This bibliography records the initial publication of each original work by C.G. Jung, each translation, and significant revisions and expansions of both, up to 1975. In nearly every case, the compilers have examined the publications in German, French and English. Translations are recorded in Danish, Dutch, English, Finnish, French, Greek Hebrew, Hungarian, Italian, Japanese, Norwegian, Portuguese, Russian, Serbo-Croatian, Slovenian, Spanish, Swedish and Turkish. It is arranged according to language, with German and English first, publications being listed chronologically in each language. (...) The _General Bibliography_ lists the contents of the respective volumes of the_ Collected Works_ and the _Gesammelte Werke_, published in Switzerland, and shows the interrelation of the two editions. It also lists Jung's seminars and provides, where possible, information about the origin of works that were first conceived as lectures. An index is provided of all the titles in English and German, and all original works in the other languages. Three specialist indexes, of personal names, organizations and societies and periodicals, complete the work. The publication of the _General Bibliography_, together with the _General Index_, complete the publication of the _Collected Works of C.G. Jung _in English. (shrink)
This edition of G. E. Moore's notes taken at Wittgenstein's seminal Cambridge lectures in the early 1930s provides, for the first time, an almost verbatim record of those classes. The presentation of the notes is both accessible and faithful to their original manuscripts, and a comprehensive introduction and synoptic table of contents provide the reader with essential contextual information and summaries of the topics in each lecture. The lectures form an excellent introduction to Wittgenstein's middle-period thought, covering a broad range (...) of philosophical topics, ranging from core questions in the philosophy of language, mind, logic, and mathematics, to illuminating discussions of subjects on which Wittgenstein says very little elsewhere, including ethics, religion, aesthetics, psychoanalysis, and anthropology. The volume also includes a 1932 essay by Moore critiquing Wittgenstein's conception of grammar, together with Wittgenstein's response. A companion website offers access to images of the entire set of source manuscripts. (shrink)
_The Collected Works of G. Lowes Dickinson_ reissues nine titles from Dickinson's impressive oeuvre. The titles in question cover a range of topics, from Plato and the Greek view of life to civilisation and the causes of war.
Although fictional characters have long dominated the reception of literature, films, television programs, comics, and other media products, only recently have they begun to attract their due attention in literary and media theory. The book systematically surveys todays diverse and at times conflicting theoretical perspectives on fictional character, spanning research on topics such as the differences between fictional characters and real persons, the ontological status of characters, the strategies of their representation and characterization, the psychology of their reception, as well (...) as their specific forms and constellations in - and across - different media, from the book to the internet.". (shrink)
This one-volume edition allows the general reader to appreciate Jung's ideas and personality, as they reveal themselves in his comments to his colleagues and to those who approached him with genuine problems of their own, as well as in his communication with personal friends. The correspondence supplies a variety of insights into the genesis of Jung's theories and a running commentary on their development. Originally published in 1984. The Princeton Legacy Library uses the latest print-on-demand technology to again make available (...) previously out-of-print books from the distinguished backlist of Princeton University Press. These editions preserve the original texts of these important books while presenting them in durable paperback and hardcover editions. The goal of the Princeton Legacy Library is to vastly increase access to the rich scholarly heritage found in the thousands of books published by Princeton University Press since its founding in 1905. (shrink)
This paper critically compares the philosophy of Günther Anders and the contemporary transhumanists, like Julian Savulescu, Ingmar Persson, or Thomas Douglas. The Andersian concepts of moral blindness, promethean gap, and promethean shame will be discussed in order to understand human beings’ outdatedness; parallel to this, we will also expose the transhumanist analysis on the unfitness of human beings in evolutive and cognitive terms. We will show that much of the transhumanist analysis is a reformulation of the Andersian thesis, now under (...) scientific terminology. Finally, we will approach the transhumanist proposal of moral enhancement, explaining and confronting some critics raised on the grounds of freedom and moral responsibility. (shrink)
How do thought and language manage to be 'about' aspects of the world? J. Robert G. Williams investigates how representation arises out of a fundamentally non-representational world, showing the explanatory relations between the representational properties of language, of thought, and of perception and intention.
This volume, honoring the renowned historian of science, Allen G Debus, explores ideas of science - `experiences of nature' - from within a historiographical tradition that Debus has done much to define. As his work shows, the sciences do not develop exclusively as a result of a progressive and inexorable logic of discovery. A wide variety of extra-scientific factors, deriving from changing intellectual contexts and differing social millieus, play crucial roles in the overall development of scientific thought. These essays represent (...) case studies in a broad range of scientific settings - from sixteenth-century astronomy and medicine, through nineteenth-century biology and mathematics, to the social sciences in the twentieth-century - that show the impact of both social settings and the cross-fertilization of ideas on the formation of science. Aimed at a general audience interested in the history of science, this book closes with Debus's personal perspective on the development of the field. Audience: This book will appeal especially to historians of science, of chemistry, and of medicine. (shrink)