Öz Çalışmanın konusu irfanî geleneğin on beşinci yüzyıldaki önemli temsilcilerinden ve aynı zamanda İbnü’l-Arabî’nin takipçilerinden biri olan İbn Türke’nin varlık mertebelerine dair görüşleridir. Konu, İbn Türke’nin varlık ve varlığın mertebeleri ile ilgili düşüncelerinden hareketle hazırlanmıştır. Birincil kaynakların esas alındığı bu çalışmada, İbn Türke ve Ekberî geleneğin önemli temsilcilerinin eserlerine müracaat edilmiştir. Çalışmanın amacı, felsefe ve kelâmın yanı sıra tasavvuf felsefesinin en önemli konularından biri olan varlık düşüncesi ve varlık mertebelerini İbn Türke’nin görüşleri çerçevesinde ele alarak âlemdeki varoluşun hakikatinin ne olduğu, (...) insanoğlunun özünün nereden geldiği gibi temel sorulara cevap olabilecek özgün bir çalışma ortaya koymaktır. Bu çalışmayla; varlığın bir ve tek hakikat olduğu, Hak’tan feyz ederek görünür âlemde ortaya çıkan her şeyin O’nun isim ve sıfatlarının tecellisi olduğu, her ne kadar Hak’tan ayrıymış gibi görünse de aslında Hakk’a doğru sonsuz bir dönüş içerisinde olduğu, dolayısıyla tek varlıktan kaynaklı çok sayıda varlığın esasen yokluğa mahkûm olduğu ve asıl varlığın Allah olduğu sonucuna varılmıştır. (shrink)
İran’ın kuzeybatısında İslam coğrafya âlimlerinin Cibâl olarak tavsif ettikleri bölgede Sâsânîler döneminde kurulan Kazvin, İslâm orduları tarafından bölgede ele geçirilen ilk İran şehirlerinden biri olmuştur. Kuruluşundan itibaren Deylem cihetine yönelik saldırılarda askerî karargâh amaçlı kullanılan kent, İslâm fetihleriyle de bu hüviyetini korumuştur. Halkın İslâm’ı benimsemesinin zamanı ve niteliği hususunda ihtilaflar olmakla birlikte Kazvin'de kısa süre içinde İslâmlaşma tamamlanmıştı. Garnizon kent olmasından kaynaklı iskân ettirilen Arap askerler, diğer beldelerden sınıra cihada gelen Müslümanlar, âlimler ve şehre ayrı imtiyazlarda bulunan halifeler sebebiyle şehir (...) kısa süre içinde fizikî ve kültürel olarak İslâm şehrine dönüşmüştür. Çalışmamızda örnekleriyle somutlaştıracağımız bu unsurlardan ilk olarak Kazvin fatihi Berâ b. Âzib tarafından şehre yerleştirilen Arap askerlerinden aralarında âlim ve ravilerin de bulunduğu kimselerin askerî faaliyetler dışında şehrin İslâm kültür ve medeniyetine katkılarından bahsedeceğiz. Keza İslâm büyükleri ve halifeler tarafından sınırda cihat etmenin faziletine dair sözleri ile teşvik edilen gönüllü askerleri ve gerek evlerinde gerekse camilerde ilim faaliyetlerini sürdüren âlimleri de bu minvalde zikredeceğiz. Son olarak bu askerler için kale, sûr ve şehrin sınıra yakın bölgelerinde inşa edilen mahalleler ile fiziki ortamı sağlayan, şehirde sürekli cihat ortamı olması hasebiyle halkı vergilerden muaf tutan ve vakıflarla malî destekte bulunan halifeleri ve sair idarî amillleri de kentin İslamlaşmasındaki diğer unsurlar arasında ele alacağız. (shrink)
Şiir denilen edebi türün can damarı duygulardır ve korku, ümit, neşe, üzüntü gibi pek çok duygunun en yoğun yaşandığı zemin de savaş meydanlarıdır. Bu yüzden yazılı ilk edebi metinler savaş ve kahramanlıkları anlatan destanlar olmuştur. Klasik Arap şiirinin pişdar isimlerinden olan Mütenebbî, pek çok edebi mahareti içerisinde savaşa ait unsurların tasvirlerdeki başarısı ile Arap şiir eleştirmenleri tarafından takdir edilmiştir. Şair çoğu kez övdüğü kimlerin savaşlardaki heybeti, atlarının ihtişamı, kılıç, mızrak ve ok gibi silah araçlarının öldürücülüğü vb. hususlarda tasvirlerde bulunmuştur. Şairin (...) hayal gücüne uyum sağlayan söz sanatlarındaki ustalığı da bir araya gelince, savaş filmi sahnelerini aratmayan olağanüstü şiirler ortaya çıkmıştır. Bu çalışmada Mütenebbî’nin söz konusu şiirlerindeki tasvirleri başlıklar halinde incelenmiştir. Girişte şairin hayatı ve şairliği hakkında kısa bir tanıtım yapılmıştır. Sonrasında ise Onun şiirlerinden kılıç, mızrak, atlar, savaş meydanına gelen leşçillerin nasıl tasvir edildiğine dair ilgi çekici örnekler seçilmiş ve zaman zaman eleştiriye tabi tutulmuştur. Kısacası bu çalışmada Mütenebbî’nin şiirleri, savaş edebiyatı açısından Türk akademisine tanıtılmak istenilmiştir. Sonuç olarak konunun akademik bir tez düzeyinde araştırılması tavsiye edilmiştir. (shrink)
Bu kitapta, Ebû İshâk es-Saffâr’ın (öl. 534/1139) kelâmî görüşleri, Telḫîṣü’l-edille li-ḳavâʿidi’t-tevḥîd adlı eserinde Allah’ın isimlerinin anlamlarını açıklarken yaptığı yorumlar çerçevesinde ele alınmaktadır. Ebû İshâk es-Saffâr, 6./12. yüzyıl Hanefî-Mâtürîdî âlimlerinden biridir. Kelâma dair Telḫîṣü’l-edille eserinde esmâ-i hüsnâ konusuna ayrıntılı olarak yer vermektedir. İki cilt hâlinde yayımlanan bu eserin yaklaşık üçte birlik bir kısmını esmâ-i hüsnâ konusu oluşturmaktadır. Bu kısım incelendiğinde, Saffâr’ın Allah’ın varlığı, birliği ve sıfatları ile ilgili konular başta olmak üzere pek çok konuyu 175 esmâ-i hüsnâya dayanarak izah ettiği görülmektedir. (...) O, esmâ-i hüsnâ bölümünde yer vermediği bazı isimlere ise müstakil başlıklar altında değinmektedir. Örneğin el-Mütekkelim ismi kelâm sıfatını bağlamında ve halku’l-Kur’ân ile icâz’ul-Kur’ân gibi konularla ilişkili bir şekilde ele almaktadır. Bu isimler de listeye dahil edildiğinde sayı 178’e ulaşmaktadır. Bu durumda eserin yarısını esmâ-i hüsnâ konusu teşkil etmektedir. -/- Saffâr, esmâ-i hüsnâ bölümünde alfabetik bir sıra içerisinde ele aldığı ilâhî isimleri öncelikle lugavî (semantik) yönden izah etmektedir. Sonrasında ise değerlendirdiği ilahî ismi, bir kelâm konusu ile bağlantı kurarak kelâmî perspektifle açıklamaktadır Esmâ-i hüsnâ temelinde ele alınan konuların hilâfet meselesi hariç diğer kelâm bahislerini kapsadığı görülmektedir. Saffâr öncesi Hanefî-Mâtürîdî kelâm literatürü içinde esmâ-i hüsnânın bu kadar kapsamlı ele alındığı başka bir eser bilinmemektedir. -/- Bu kitap; üç ana bölümden oluşmaktadır. “Metodolojik Çerçeve” başlıklı giriş bölümünde çalışmanın konusu, önemi, amacı, yöntemi ve kaynakları hakkında bilgi verilmiştir. Birinci bölümde Saffâr’ın yaşadığı sosyokültürel çevre olan Mâverâünnehir bölgesi ile Buhara ve Merv şehirlerinin siyasî, sosyal ve dinî durumu ortaya konulmaya çalışılmıştır. İkinci bölümde esmâ-i hüsna konusunun anlaşılmasına temel oluşturan isim, tesmiye, müsemmâ, sıfat ve vasf gibi kavramlar ile esmâ-i hüsnânın sayısı ve ihsâsı gibi kelâmî tartışmalara değinilmiştir. Sonrasında Saffâr öncesi dönemde kaleme alınan esmâ-i hüsnâ litaratürü hakkında bilgi verilmiştir. Bölüm sonuna Saffâr’ın rivayet ettiği 178 ilahî isme dair ayrıntılı bir tablo eklenmiştir. Üçüncü bölümde öncelikle, Saffâr’ın esmâ-i hüsnâyı izah ederken dikkate aldığı kelâmî ilkeler tespit edilmeye çalışılmıştır. Sonrasında ise Saffâr’ın Telḫîṣü’l-edille’de ilâhî isimleri açıklarken ortaya koyduğu kelâmî görüş ve değerlendirmeler belirlenerek sistematik bir şekilde kategorize edilmiştir. Bu kapsamda ele alınan her konunun sonuna ilgili ilâhî isimleri ve bağlantılı olduğu tartışmaları içeren tablolar eklenmiştir. Sonuç bölümünde ise Saffâr’ın esmâ-i hüsnâ anlayışına dayanan kelâm yöntemine dair ulaştığımız sonuçlara yer verilmiştir. Bu kitapta onun, esmâ-i hüsnânın %75’inde kelâmî yorumlarda bulunduğu ve bilgi-varlık bahsinden âhiret hayatına kadar bütün kelâm konularını esmâ-i hüsnâ ile bağlantılı yorumladığı tespit edilmiştir. Ulaşılan bu sonuçlar, Saffâr’ın kelâm anlayışının ilâhî isimlerin yorumuna dayandığını ortaya koymaktadır. [his book discusses the theological views of Abū Isḥāq al-Ṣaffār d. 534/1139), within the framework of his comments on the meanings of Allah’s names, provided in his work titled Talkhīṣ al-adilla. Abū Isḥāq al-Ṣaffār is one of the Ḥanafite-Māturīdite scholars in the 6th/12th century. In his work titled Talkhīṣ al-adilla li-qawāʿid al-tawḥīd on kalām, he spared extensive space for al-asmāʾ al-husnā. Approximately one third of this work, published in two volumes, is devoted to al-asmāʾ al-husnā. An examination of the related section reveals that al-Ṣaffār explains many issues, particularly those related to the existence, unity and attributes of Allah, based on 175 al-asmāʾ al-husnā. He mentions some of the names that he does not include in the al-asmāʾ al-husnā section under separate headings. For example, the name al-Mutakallim is addressed within the context of the attribute of kalām and in relation to subjects, such as the khalq al-Qurʾān and i‘jaz al-Qurʾān. Upon the addition of these names to the list, the number names reaches 178. This means that half of the work deals with the subject of al-asmāʾ al-husnā. -/- al-Ṣaffār lists the divine names in alphabetical order and explains them semantically in the chapter of al-asmāʾ al-husnā. Then he goes on to clarify each divine name through a theological lens with a specific reference to the subject of kalām. In the pre-Saffar Ḥanafite-Māturīdite theological literature, there is no other work that addresses al-asmāʾ al-husnā in such an extensive way. -/- This book consists of three main sections. The first section titled “Methodological Framework”, elaborates on the focus, significance, purpose and method of the study, along with the sources used. The first part describes the political, social and religious status of Transoxiana (Mā-warāʾ al-Nahr) region and the cities of Bukhara and Marw, the sociocultural environment in which Saffar lived. The second chapter addresses various concepts, which promote the understanding of al-asmāʾ al-husnā, such as name, tasmiya, musammā, attribute and qualification in addition to the theological debates such as the number and iḥṣāʾ of al-asmāʾ al-husnā. Then, it provides information about the al-asmāʾ al-husnā literature produced in the pre- Ṣaffār period. The end of each chapter comes with a detailed table with the 178 divine names mentioned by al-Ṣaffār. In the third chapter, the author initially discusses the theological principles that al-Ṣaffār considered while explaining the essence of al-asmāʾ al-husnā. This section also determines and systematically categorizes the theological views and evaluations put forward by al-Ṣaffār while explaining the divine names in Talkhīṣ al-adilla. The tables with the divine names and the related discussions can be seen at the end of the discussion for each subject. The last section presents the conclusions reached, regarding the kalām method based on al-Ṣaffār’s understanding of the essence of al-asmāʾ al-husnā. The present study revealed that he made theological interpretations in 75% of the al-asmāʾ al-husnā and interpreted all theological issues ranging from the subjects of knowledge and existence to the Afterlife in connection with the al-asmāʾ al-husnā. These results indicate that al-Ṣaffār's understanding of kalām is based on the interpretation of the divine names.]. (shrink)
Arap dili ve belâgati Kur’ân’ın doğru anlaşılması ve yorumlanmasında en önemli etkenlerdendir. Apaçık Arapça olarak inen Kur’ân bu dilin en beliğ ve fasih kullanımlarını içerisinde barındırmaktadır. Dili ve kullanımları bilinmeyen bir kitabın doğru anlaşılması mümkün değildir. Bu nedenle Kur’ân’ın doğru anlaşılıp yorumlanması adına birçok çalışma Arap Dili ve Belâgati konularına tahsis edilmiştir. Bu çalışma belâgat ilminin me‛ânî başlığı altında ele alınan fasıl ve vasıl konusunu Kur’ân yorumuna etkisi açısından inceleyecektir. Ardı sıra gelen cümlelerin birbirleriyle ilişkisini konu edinen fasıl ve vasıl, (...) bu cümlelerin hangi durumlarda birbirinden ayrılması, hangi durumlarda bitişik olarak getirilmesi gerektiğini ve bunların sebeplerini ortaya koyar. Bunların üzerine hangi anlamların ortaya çıktığını ifade etmesi yönüyle de Kur’ân yorumu açısından son derece önem arz eder. Özellikle de ayetlerin birbiriyle ilişkisine dair sonuçları olması bakımından ayetler arası münasebet konusunun da ilgi alanına girer. Çalışmada öncelikle fasıl ve vasıl kavramları tarif edilecek, sonrasında da örnek ayetler üzerinden bunların Kur’ân yorumuna etkisi ortaya konulacaktır. (shrink)
Özet Hz. Peygamber’in her hâlini bizzat müşahede edecek kadar yakın ve Kur’ân’ın ilk muhatapları olan sahabe neslinin örnek hayatı ve ilmi kişilikleri hakkında çalışmak, bilgi edinmek, Kur’ân’ı ve Rasûlullah’ı doğru anlamanın temel yöntemini teşkil eder. Abdullah ibn Mes’ûd, ilmi yönden zengin birikime sahip ve yaşantısı bakımından farklı bir kişiliği vardır. Müslüman olduktan sonra Rasulullah’ın yanından hiç ayrılmayan, her türlü hizmetinde bulunan, öyleki ehl-i beytten fark edilmeyecek kadar O’na yakın olan İbn Mesʿud, aynı zamanda hemen hemen bütün savaşlarda Rasulullah’ın yanında bulunmaktan (...) geri durmayan diğer taraftan Resulullh’tan sonra da Kur’ân ve İslâm’a hizmet eden ve müslümanları eğiten bir muallimdir. Kur’ân-ı Kerîm’e ve Arapçaya olan vukûfiyeti, başta kıraat olmak üzere tefsir, hadis ve fıkıh ilmine dâir derin bilgisiyle öne çıkmış ve isim yapmış olan Abdullah ibn Mes’ûd Rasulullah’ın övgüsüne mazhar olmuş ashabın büyüklerindendir. Abdullah ibn Mes’ûd’un Kur’ân’ın nüzûlünün neredeyse tamamına şahit olması ve Peygamber’in yakınında bulunması, Kur’ân ve Kıraat ilimler açısından çok önemlidir. Abdullah İbn Mesʿud’un kıraatı iki gruptan oluşmaktadır. Birincisi hemen birçok kıraat-ı aşere imamının senetlerinde yer alan ve üzerinde ittifak edilen sahih kıraatler, ikincisi de müfessirlerin tefsirlerinde ele aldıkları ve tefsir kabilinden izahatları, dil bakımından istişhadda bulundukları, ihticac için kullandığı veya sadece müteradif olarak ele aldığı ifadeleridir. Bu çalışmada kıraatini bizzat Hz. Peygamber’den alan İbn Mes’ûd’un kıraat ilmini elde ettiği yol ve alanları irdelenmiştir. Özellikle onun Hz. Peygamber’den Kur’ân tâʿlimi, Allah Rasûlu ve Cebrail’in katılımıyla gerçekleşen Kur’ân’ın arzına katıldığını söylemesi, genelde İslâmî ilimlere özelde Kıraat’a yaptığı katkı, cem, istinsah ve Mushaflar konusundaki tutumu, ashâbın onun kıraati hakkındaki sözleri ve görüşleri gibi konuları incelenmeye çalışılmıştır. Sonuç olarak birçok ilim dalında söz sahibi olduğu gibi Kıraat ilminde de imam olan büyük sahabi Abdullah ibn Mesʿdun kıratinin mahiyeti hakkında bilgi verilmiştir. (shrink)
İlimler, sanatlar ve mesleklerin mazisi tarihe konu olduğu gibi, tarih de farklı sahalara mensup kimseler tarafından kaleme alınmıştır. İslam toplumunda 3./9. yüzyıldan itibaren tıp ve tabipler tarihine dair eserler yazılmaya başlamıştır. Öte yandan, tabiplerin de çağının tanığı olarak tarih yazdıklarını görmekteyiz. İslam dünyasında tabiplerin tarih yazıcılığının ilk örneklerine Abbâsî Devleti’nde rastlamaktayız. Saray tabipleri halifelerin ve devlet ricalinin tedavisiyle vazifeli iken, aynı zamanda siyasi ve toplumsal hadiselere de bizzat yakından şahit olmuşlardır. Bu tabiplerden bazıları gördüklerini rivayet ederek tarih yazımına dolaylı yoldan (...) katkıda bulunmuş, bazıları ahbâr veya kronik türünden eser yazarak çağını kayıt altına almış, bazıları da hatırat kaleme alarak müşahedelerini gelecek nesillere aktarma yolunu seçmiştir. Bu araştırmada Abbâsî Devleti’nin ilk iki asrında sarayda tabip olarak hizmet etmenin yanı sıra tarih eseri yazan şahsiyetler tespit edilmeye çalışıldı. Bu tabiplerin dönemin tarih yazıcılığına ne tür katkı sağladıkları, kaleme aldıkları tarih eserlerindeki hususiyetler ve Abbâsî sarayında istihdam edilen tabiplerin gündelik yaşamlarının öne çıkan yönleri ele alındı. Özellikle Abbâsî sarayı tabiplerinden Huneyn b. İshak’ın tarihe kaynaklık eden hatıratı ve Sâbit b. Sinân’ın kroniği üzerinde duruldu. (shrink)
Kur’an-ı Kerim indirildiği günden bugüne hem muhtevası hem de üslubuyla gerek inananların gerekse inanmayanların hep ilgisini çekmiştir. Bu ilgi zamanla onun başka dillere tercümesini beraberinde getirmiştir. Bu tercüme faaliyetleri aynı şekilde hem Müslümanlar hem de Gayr-i Müslimler tarafından yapılmıştır. Kur’an-ı Kerim’in kendine has ve tarih boyunca benzerinin getirilemediği eşsiz bir üslubu vardır. Onun üslubunun eşsiz olması aynı zamanda başka dillere tercümesini de zorlaştırmaktadır. Ancak Kur’an hitabının tüm insanlara yönelik olması onun başka dillere tercümesini de zorunlu kılmıştır. Bugüne kadar farklı dillere (...) yapılmış Kur’an tercümelerinin sayısı yüzü aşmıştır. Bu tercümelerin her birinin Kur’an’ı doğru anlamaya katkı sunmak iddiası, tercümelerde takip edilen yöntemi de belirlemiştir. Bu yöntemlerden en çok tercih edileni hiç kuşkusuz anlamın tercümesi yöntemidir. Bu yöntemin yanı sıra harfi harfine tercüme de başvurulan yöntemlerden bir tanesidir. Merhum Muhammed Hamidullah’ın Fransızca’ya yaptığı Le Saint Coran adlı tercüme bir Müslüman âlim tarafından yapılmış ilk harfi harfine tercüme örneğidir. Muhammed Hamidullah’ın Doğu ve Batıyı bilen ve çok çeşitli alanlara hâkim bir ilim adamı olması yaptığı bu tercümeyi dikkate değer kılmıştır. Bunun yanı sıra daha başka özellikleri ile de dikkat çeken bu Fransızca çeviri Aziz Kur’an: Çeviri ve Açıklama şeklinde Türkçeye tercüme edilmiştir. Bu çalışmada, Türkiye’de hatırı sayılır derecede bir okuyucu kitlesine sahip olan Hamidullah’ın, Türkçeye aktarılmış bu tercümesi değerlendirilecektir. (shrink)
Fıkıh literatüründe sünnet önemli bir yere sahiptir. Çünkü fıkhın temeli Hz. Peygamber tarafından atılmış ve fıkhın gayesini en iyi bilen ve uygulayan kendisi olmuştur. Bu sebeple şer’î amelî konularda hüküm istinbatı için müctehid imamlar, Kur’an’dan sonra sünnete başvurmuşlardır. Bununla birlikte müctehid imamlar, Hz. Peygamber’den gelen rivayetlerin bazılarını kabul ve onlarla amel etmede görüş ayrılıkları yaşamışlardır. Görüş ayrılıklarının temelinde ise sünnetin ekseriyetini teşkil eden haber-i vâhid vardır. Çünkü haber-i vâhid yapısal açıdan yalan, yanlışlık ve vehm ihtimali bulundurması yanında doğruluğu zan ile (...) sabit olması sebebiyle özellikle Hanefî usûlcülerine göre bilgi ifade etmez. Bu yönüyle haberi vâhid, mütevâtir haber kadar kuvvetli ve bağlayıcı olmayıp zannî bir bilgi ifade eder. Bu doğrultuda haber-i vâhid, “bilgi gerektirmez, zan gerektirir” şeklinde ifade edilmiştir. Bu ifade bağlamında şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Haber-i vâhid, bilgi ifade etmediği halde, onunla amel edilmesi mümkün müdür? Bu sorudan hareketle zan ifade eden haber-i vâhidin hücceti ve onunla amel edilmesinin mümkün olup olmadığını, mezheplerin haber-i vâhide yaklaşımlarının nasıl olduğunu ve bu durumun cenaze bahsine ilişkin hükümlere nasıl yansıdığını ortaya koymak amacıyla bu çalışma ele alınmıştır. Dolayısıyla bu çalışmanın konusu, haber-i vâhidin hücceti için mezheplerin ileri sürdüğü farklı şartlar ve bu şartların hükümlere -cenaze namazı özelinde- etkisi ile sınırlıdır. Yöntem olarak öncelikle kavramsal çerçevede haber-i vâhidi tanımlamak, bilgi değerini ortaya koymak ve mezheplerin onunla hücceti noktasında benimsedikleri şartları tespit etmek amacıyla ilgili mezheplerin usûl eserleri incelenmiştir. Daha sonra mezheplerin benimsediği bu usûlî yöntem, cenaze bahsindeki yerini belirlemek üzere ilgili mezheplerin fürû kitapları taranmıştır. Bu metottan hareketle mezheplerin usûlde benimsediği ilkenin fürû meselelerine nasıl yansıdığı, haber-î vâhidin zannî bilgi ifade etmesine rağmen onunla amel etmenin gerekçesi ve cenazeye ilişkin bazı hükümlerde mezheplerin farklı hüküm benimsemelerinin nedeni ortaya konulacaktır. (shrink)
Şia anlayışında dördüncü imam olarak kabul edilen Ali b. Huseyn Zeynulabidîn’in yazdığı iddia edilen es-Sahifetu’s-Seccadiyye isimli dua konulu eser, Şia âleminde Kur’an-ı Kerîm ve Hz. Ali’ye atf edilen Nehcu’l-Belağa kitabından sonra gelen üçüncü önemli kitaptır. Toplam 54 dua metninden oluşan bu eser, sadece bir dua kitabı olarak ele alınmamış aynı zamanda ahlak, akide, fıkıh, sosyoloji, psikoloji ve edebiyat alanlarına da kaynaklık etmiştir. Eser üzerine onlarca şerh, haşiye, makale, akademik araştırmalar yapılmış ve eser, Türkçe, İngilizce, Farsça, Urduca gibi birçok dile çevrilmiştir. (...) Bu çalışmalar, eser etrafında önemli bir literatür oluşturmuştur. Biz bu çalışmamızda Tabakatu E‘lâmi’ş-Şî‘a, A‘yânu’ş-Şî‘a ve ansiklopedik tarzda yazılmış olan ez-Zerî‘a ilâ Tesânîfi'ş-Şî‘a isimli kaynak eserlerden aynı zamanda Mektebetu’l-Melik Fehd, Mektebetu’l-İskenderiye ve Mektebetu Mısrı’l-‘Âmme gibi yüzbinlerce kitabı içeren kütüphanelerden yararlanarak es-Sahîfetu’s-Seccâdiyye üzerine özellikle Arapça yapılmış çalışmaları incelemeye aldık ve eser etrafında gelişen literatürü tespit etmeyi amaçladık. (shrink)
Kur’an’ın kendine has birbiriyle irtibatlı kelimeler dünyası bulunmakta-dır. Doğru bir Allah tasavvuru, Allah-âlem, Allah-kul, âlem-kul ilişkisinin nasıl olması gerektiği bu kelime dünyası tarafından anlatılmaktadır. Bu nok-tada Kur’an’da herhangi bir konu anlatılırken aralarında sıkı irtibat olan kelime grupları kullanılmıştır. Örneğin Allah Kur’ân’da kendisini, Rakîb, Alîm, Basîr, Habîr, Latîf vb. lafızlarla insanın idrakine yansıtmakta ve böylece doğru bir Allah Tasavvuru oluşmasını amaçlamaktadır. Bu çalışmada, öncelikle ra-ka-be /رقب kökünün etimolojisi üzerinde durulacaktır. Zira bir kelimenin dildeki asli anlamı ve türevleriyle beraber sonradan kazandığı anlamların (...) tespiti, ilgili kelimenin anlam sahasını keşfetme ile mümkündür. Akabinde bu kökün türevlerinden “Rakîb” kelimesi ile anlam ilişkisi olan ve Yüce Allah’ın Kur’ân’da kendisine nispet ettiği sıfatlarından, Alîm, Basîr, Habîr, Şehîd kelimeler tahlil edilecektir. Bu bağlamda doğrudan olmasa da dolaylı olarak Allah’ın görmesini ve gözetlemesini ifade eden kelimelere ve ilgili âyetlere yer verilecektir. Böylece ra-ka-be kökünün Kur’an siyakındaki anlam sahası ortaya konulmuş olacaktır. (shrink)
Mu‘allâkâtların, tefsir, nahiv, sarf ve dil ilimlerindeki önemli rolünün yanı sıra Arap dili ve edebiyatı âleminde de yüksek ve önemli bir konumu bulunmaktadır. Cahiliye devri müfredatlarının pek çoğunu kapsamasından ötürü dil ve edebiyat erbabı ona önem atfetmiştir. Onlardan biri de, ‘Şerhü’l-Kasâ’idi’l-السبع’ adıyla el-Muâ‘llekât’a yaptığı şerhiyle Ebu Bekir Muhammed bin el-Kasım bin Beşar bin el-Anbari. Bu eserinde pek çok nahiv, zamirin aidiyeti, harflerin manası, zarf ile car ve mecrûrun bağlı olduğu yerin belirlenmesi, müfredatlarıni‘râbı, illetler arasındaki üstünlükler, kıyasa ve luğatta asıl olana, (...) kelimenin irabını belirlemede bazı seslerin etki nedenlerine, sarf, lügat, belağat, eleştiri vb. konulara değinmektedir. Bu itibarla bu araştırma, betimsel analitik yöntemini kullanarak et-Anbari’ninMu‘allâkât şerhindeki nahiv yöntemini, Arap nahiv ilminde iki önemli konu olan kıyas ve ta‘lîl ile ilgili duruşunu açıklayarak değerlendirmeyi hedeflemektedir. (shrink)
Some of the works written on the i’jaaz as an independent research field are pioneers in that they are among the firsts. Two of them belong to Hattâbî and Rummânî. In Arabic, there are many closely related words that are in a pattern with each other. Choosing the most appropriate of these words according to the addressee and context is an important criterion that determines the quality of the literature. This virtue is at the miracle level in the Quran. Hattâbî (...) and Rummâni examined the words of the Quran in terms of the literary virtue in question. Hattâbî did not stay within the framework of a particular literary art, but researched his word preferences in general and made comments about why that word was used in the Quran among other words with similar meaning. In this study, the two authors' approaches to the subject are examined. (shrink)
İslamî ilimlerin eğitim-öğretiminde şiir kullanımının Türk İslam Edebiyatında bir geleneği temsil ettiği söylenebilir. Nitekim ta‘lîm için siyer, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf vb. İslamî ilimlerin konularına dair mensûr olduğu gibi manzûm eserler de telif edilmiştir. Bu durum ise Türk Edebiyatında el-esmâü’l-hüsnâ, siyer, kırk hadîs, akâidnâme gibi bazı manzûm türlerin doğmasını sağlamıştır. Bilinebilen eser sayısı itibariyle Türkçe manzûm tecvîdler de bu türler arasına girmeye aday niteliktedir. Bu bağlamda çalışma; Türkçe manzûm tecvîd müelliflerinden biri olan Şeyhî’nin hayatını ve “Nazmu’l-Ehem fî İlmi’t-Tecvîdi’l-Elzem” adlı eserini (...) konu edinmektedir. Eser; Türkçe manzûm tecvîd yazma geleneğini devam ettirmesi ve türünün başarılı örneklerinden biri olması hasebiyle ayrı bir öneme sahiptir. Çalışma, Nazmu’l-Ehemm ’in tenkitli metin neşrinin yanı sıra eğitim-öğretim faaliyetlerinde yararlanıldığı düşünülen Türkçe manzûm tecvîdlerin işlevini yazar-eser özelinde gün yüzüne çıkarmayı hedeflemektedir. (shrink)
Birçok dilbilimci, birden fazla lafzın aynı anlamda kullanılması şeklinde tarif edilen müterâdif lafızların mevcudiyetini dilin zenginliği olarak kabul ederken; diğer bazıları, buna karşı çıkmışlardır. Bu iki yaklaşıma karşın diğer bazıları ise, terâdüfün az sayıda da olsa Arap dilinde var olduğunu ifade etmişlerdir. Bu hususla bağlantılı olarak müterâdif lafızların varlığını savunan bazı âlimler, bunun Kur’ân-ı Kerim’de de yer aldığını savunurken; eşanlamlı lafızların varlığına karşı çıkanlar ise, bunun Kur’ân’da da yer almadığını beyan etmişlerdir. Dolayısıyla terâdüf olgusunu kabul etmeyenlere göre, tek bir anlamın (...) birden çok lafızla ifade edilmesi, eş anlamlılık değil; yakın anlamlılık ile ilgilidir. Buna göre, yakın anlamlı kelimelerin her birinin, diğerinde olmayan bir anlam farklılığı vardır. Kur’ân-ı Kerim meâllerinde bu türden yakın anlamlı kelimelerin tercüme edilmesi noktasında genel olarak gerekli hassasiyetin gösterilmediğini söylemek mümkündür. Bu çalışmada, âlimlerin müterâdif addedilen lafızlara karşı farklı yaklaşımlarına ve bu tür lafızların Kur’ân-ı Kerim’de yer alıp-almadığı konusuna kısaca yer verildikten sonra, necm lafzı ile yakın anlamlı olan kevkeb lafzının aralarında bir fark yokmuş gibi tercüme edilmesi sorununa dikkat çekilecektir. (shrink)
The text on this website is copyright in the same way as any other publication. It is of course legitimate to make small quotations from it. A link to this site should then be put in to acknowledge the origin of quoted text. For any more substantial use of the material on this site you should ask permission from me. You should also ask my permission to use any of the graphic icons or the images which are marked as being (...) my photographs. (shrink)
Over the last decades, educational programs involving age simulation suits emerged with the ambition to further the understanding of age-related loss experiences, enhance empathy and reduce negative attitudes toward older adults in healthcare settings and in younger age groups at large. However, the impact of such “instant aging” interventions on individuals’ personal views on aging have not been studied yet. The aim of the current study is to address possible effects of ASS interventions on multiple outcomes related to views on (...) aging, i.e., aging-related cognitions, awareness of age-related change and age stereotypes. Moreover, we explore effects on broader constructs with relevance to aging, i.e., perceived obsolescence, risk perceptions, as well as desired support through technology. In a within-subjects design, N = 40 participants went through a series of established geriatric assessments with and without an ASS. Views on aging constructs were assessed in standardized questionnaires before and after the ASS intervention. Changes in aging-related cognitions were observed, with more negative expectations regarding social integration and continuous development after wearing the ASS. AARC and age stereotypes did not change from pre- to post-assessment, but participants reported an increased susceptibility to age-associated impairments and stronger feelings of obsolescence. Those participants who exhibited higher difficulties in geriatric assessments while wearing the suit reported higher openness to be supported by intelligent assistive devices or robots afterwards. We conclude that ASS interventions should only be combined with education on losses and gains during the aging process to prevent negative effects on individual views on aging. On the other hand, potentials regarding technology acceptance and formation of intentions to engage in prevention and health behaviors among middle-aged to young-old adults are discussed. (shrink)
C I Lewis showed up Down Under in 2005, in e-mails initiated by Allen Hazen of Melbourne. Their topic was the system Hazen called FL (a Funny Logic), axiomatized in passing in Lewis 1921. I show that FL is the system MEN of material equivalence with negation. But negation plays no special role in MEN. Symbolizing equivalence with → and defining ∼A inferentially as A→f, the theorems of MEN are just those of the underlying theory ME of pure material equivalence. (...) This accords with the treatment of negation in the Abelian l-group logic A of Meyer and Slaney (Abelian logic. Abstract, Journal of Symbolic Logic 46, 425–426, 1981), which also defines ∼A inferentially with no special conditions on f. The paper then concentrates on the pure implicational part AI of A, the simple logic of Abelian groups. The integers Z were known to be characteristic for AI, with every non-theorem B refutable mod some Zn for finite n. Noted here is that AI is pre-tabular, having the Scroggs property that every proper extension SI of AI, closed under substitution and detachment, has some finite Zn as its characteristic matrix. In particular FL is the extension for which n = 2 (Lewis, The structure of logic and its relation to other systems. The Journal of Philosophy 18, 505–516, 1921; Meyer and Slaney, Abelian logic. Abstract. Journal of Symbolic Logic 46, 425–426, 1981; This is an abstract of the much longer paper finally published in 1989 in G. G. Priest, R. Routley and J. Norman, eds., Paraconsistent logic: essays on the inconsistent, Philosophica Verlag, Munich, pp. 245–288, 1989). (shrink)
Bu çalışmada PATRİK I. BARTHOLOMEOS'un, Sırla Yüz Yüze Günümüzün Gözüyle Ortodoksluğa Bakış, adlı kitabı tanıtılmıştır. İstos Yayın, İstanbul, Haziran 2016, 284 s.
This paper is a result of remarks delivered at the 2014 conference of the Florida Philosophical Association during a book symposium on Elijah Chudnoff's Intuition.
Dürziler, gerek itikadi açıdan gerekse de hukuki prensipleri bağlamında Osmanlı-Hanefi ideolojisi dışında kalan bir cemaatti. Bununla birlikte Dürzi liderler 19. Yüzyılın başlarına kadar devletin Cebel-i Lübnan’daki idari tem-silcileri olarak siyasi otoriteyi ellerinde tutmayı başardılar. Bunun yanı sıra geleneksel hukuklarını da koruyan Dürziler, Osmanlı Devleti’nin sosyal yapısını oluşturan Millet Sistemi içinde farklı bir pozisyonda kimlik edindiler. Tanzimat reformlarının Cebel-i Lübnan’da uygulanmaya başlaması ise Dürzilerin kimlik tanımlarında siyasi paradigmaların dışına çıkmalarına sebep olmuş, Osmanlı kimliğini İslami terminolojiyle tamamlamak adına hareket eden cemaat, hukuki (...) statülerini bir meşruiyet aracı olarak kullanmaya başlamış ve devletin değişen reformist duruşu karşısında farklı bir hukuki yer edinmeye çalışmışlardı. Bu çalışma, Cebel-i Lübnanlı Dürzilerin Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında ortaya çıkan kimlik problemine bakışlarını ele almakta, cemaatin meşruiyet kaygılarına karşı aldığı tedbir ve devletin hukuk politikasını incelemektedir. Araştırmada kendi kaynaklarında ve Osmanlı arşivinde yer alan bazı Dürzi davalarından örnekler verilerek cemaatin iç hukukuna değinilmiş, ayrıca devletin mezhep siyasetinde izlediği yöntemin Dürziler üzerindeki etkisi analiz edilmiştir. (shrink)
Mamluks reigned in Egypt a long time is an era of Kipchak Turks that have influence management, and Kipchak Turks has been influential in a period in the administration there. During this period, that Turkish rulers do not know Arabic language well, Turkish language is spoken in the palace and also idea of being closer to Turkish manager screated an interest in learning. One of the famous scholars realizing that interest is Abū Ḥayyān al-Andalusī. Abū Ḥayyān by learning Turkish language (...) especially from Fakhr al-dīn Divrigi and analysing written previously works, wrote Kitāb al-Idrāk li-lisān al-Atrāk. This book has consisted of introduction, vocabulary and grammar section. We also aimed in our study to examine Kitāb al-Idrāk in terms of content and than in terms of lexicography of the linguistic branch. -/- SUMMARY Mamluks reigned in Egypt a long time and in its reign Kipchak Turks had influence in management. Because of the Turkish rulers who have military background did not know Arabic language well, Turkish language was spoken in the palace and also idea of being closer of scholars and notable people to Turkish rulers got brought an interest in learning Turkish. One of the famous scholars realizing that interest is Abū Ḥayyān al-Andalusī (d. 745/ 1344). The true name of Abū Ḥayyān is Muḥammed b. Yūsuf b. Ali b. Ḥayyān al-Tawḥīdī and he is an Andalusian linguist and exegete. Abū Ḥayyān who came from a Berber family born in the Matahsharesh village of Granada in 654/1256 and died in Cairo in 28th time 745 (11 July 1344). There is not much information about his family in the sources, but it is mentioned that he has a daughter whose name is Nada, a son named Hayyân in his name, and some grandchildren which are named Muḥammad and Ummu Ḥayyān. Abū Ḥayyān became a famous as Ethīr al-dīn and at the same time, he is also known as Naḥvī, Ghirnātī (Granadian), Ceyyānī, and Nafzī. He took lessons in Granada from great scholars such as Abd al-ḥaķ b. Ali al-Anṣarī, Abū Ḥasan al-Ubbezī, Abū Cafer Aḥmed b. Ibrahīm b. Zubair, Ibn Abū al-Ahvas and became a proficient scholar and teacher in matters such as morphology, syntax, language, commentary, hadith, methodology of Fiqh and Kalām. He wrote about 18 works in different sciences and if we mention some of that are al-Baḥr al-muhīt, al-Nahr al-mād, Tuhfat al-arīb bimā fī al-Qur'ān min al-gharīb and some of his works have reached to our time and some of those did not. Abū Ḥayyān left Andalus for various reasons and visited many centers of science and eventually continued his scientific activities in Cairo. Abū Hayyān, who is a great interest in learning languages, has learned Turkish language with the other popular languages such as Persian, Amharic and Himyarite language and written books about these languages. His mainly works about Turkish language are the Kitāb al-Idrāk li-lisān al-Atrāk, Zehv al-mulk fi naḥv al-Turk, al-Af'al fi lisān al-Turk and al-Durret al-mudiyye fi lughat al-Turkiyye. These works did not reach to our days except Kitāb al-Idrak. Kitāb al-Idrāk consists of three sections, namely introduction, dictionary which includes 2200 words, and grammar that is composed of morphology and syntax and this book which is known as al-Idrāk is written in the Turkish which is spoken in XIV-XVI century tongue and named as Middle Turkish Period-Mamluk Kipchak Turkish. The first chapter begins with basmala and continues with detailed his genealogy, personal record, praise to Allah and salawat and salaam to Prophet Muhammad. After this introduction, it is explained the intention of writing this work. The second chapter is a dictionary which the words are explained in alphabetical order. Although Abū Ḥayyān speaks about 23 letters in the Kipchak alphabet, he does not explain the words related to all, but examines 19 items. In this dictionary, it does not take part some letters, that is letters sā, zāl, zā (letters of lips which is written in English th); letters dâd, ayn, fa (letters of throat) which Arabs use. In the third chapter, there is a part of the tasrif (knowledge of morphology) which is generally called knowledge of morphology today. In this section, it is dealt with about the types of words namely, name of diminutive, name of belonging name, plural, agent name, passive name, exaggerated factor name, infinitive, name indicating the location, name of device, arbitrary name, and idâd (which adds are derivation of noun from name like lık, lik at the end of the word) and then it comes to the end with shadda. Section of syntax which is called by the author as consisted of compound and is prepared according to systematic of Arabic grammar begins with the sentence structure in Kipchak language. After that it continues with definite-ambiguous names, verb (orders, past, imperfect verbs), subject-predicate in nominal sentence, nevāsiḫ (additional actions helped change the meaning of the noun phrase), Arabic leyte which express by the actual wish mold and the like, such as two mef'ūl area of the heart of verbs in Arabic told (I think) were deaf ( Turkmen thinks he), acts like it yet scientists (verb phrase in), acts offender (verb-subject), the abutment of the verb nefiy prepositions, prepositions, the nehiy (ban), passive verbs and naib-i fail (so-called subject); other elements of the sentence, called the act müteallakat are: cognate accusativ, direct object, time period (time complement), the envelope space (located complement), state (envelope), causative object, the exception, the specification, conflict of laws, the annexation, the oat, the dependencies: adjective, conjunction, confirm, the apposition; conditional structure. After these, he mentions to letters of meanings (huruf al-maani), and concludes this chapter with information about the date, place, and name of the author of the book. Abū Hayyān used induction method in the book. Since he gave the forms of the words in double, then the triple, quadruple, quintet and other forms. He tried to teach the pronunciation of words by explaining the etymology of word sand the changes of the voices. He examined the words which are synonyms/ contrasted, synonym voice, singular/plural, and words that are passed by foreign languages into Turkish dialects then they are turned into Turkish word structure; brought out witnesses from proverbs and poetries. As a result, in this work, which consists of dictionary and grammar sections, it can be said that it is used predominantly in linguistic information - translation method . (shrink)
Eserlerin mukaddimeleri, müelliflerin konuya hâkimiyetini gösterdikleri ve adeta ilmî yeterliliklerini okuyucuya sundukları bölümler olmuştur. Bazı tefsir mukaddimelerinde de bunu görmek mümkündür. Kur’ân ilimleri ve tefsir metodolojisi hakkında önemli bilgiler veren ve çalışmamıza konu olan Tabersî, Âlûsî ve Sıddîk Hân da eserlerinin mukaddimelerinde Kur’ân ilimlerinin bir kısmınasathi yorumlar getirirken, bir kısmına ise teferruatlı bir şekilde yer vermektedirler. Örneğin Tabersî i’caz konusunu, Âlûsî i’câzla birlikte yedi harf meselesini detaylı bir şekilde ele alırken, Sıddîk Hân Kur’ân ilimleri konularına daha kısa bir şekilde değinmektedir. (...) Müfessirlerimiz mukaddimelerinde genel olarak metodoloji konusuna daha detaylı bir şekilde değinerek takip edecekleri yöntem hakkında bilgi vermektedirler. Tefsir metodolojisi konusunda benzer kaidelerlekonuyu ele alan müfessirlerimiz, bazen de kendilerine özgü yöntemlerikullandıkları müşahede edilmektedir. Bu bağlamda Tabersî Şîa mezhebinin görüşlerini önemsemekte, imamlardan nakledilen rivayetleri Peygamber’den nakledilen rivayetle eşit tutarak mezhebî taassupla konuya yaklaşmakta; Âlûsî tasavvuf ehli tarafından yapılan yorumları önemsemekle birlikte konuya temkinli yaklaşarak, yapılan batınî yorumun ayetin zahirine uygun olması gerektiğini söylemektedir. Diğer iki müfessirden daha fazla tefsir metodolojisine değinen Sıddîk Hân ise mezhep taassubundan uzak durulması gerektiğini söyleyerek birçok tefsir yöntemini eleştirmekte ve bu yaklaşımları tefsir olarak değerlendirmemektedir. Tefsir metodolojisinde naklin önemine değinen müfessirlerimizden Tabersî doğru bir tefsir için sahih naklin gerekli olduğuna, Sıddîk Hân ise tefsirin sadece sahih nakille bilineceğini söyleyerek, bunun dışındaki yorumları te’vil olarak değerlendirmekte böylece tefsir ve te’vil arasındaki farka değinmektedir. (shrink)
E.N. 1. 6 may be divided into three approximately equal paragraphs. The first of these contains four arguments against Academic positions associated with the phrase ‘Idea of the Good’. All these arguments also occur, together with others, in the Eudemian Ethics. The second paragraph consists of the consideration and rejection of an objection to the whole or a part of A, and is new to E.N. The third , also new to E.N., consists of the putting forward and dismissal of (...) two alternative answers to the question ;—answers different, presumably, to that or those rejected in A. My concern is with B. This paragraph is linked with A by the words , ‘a controversy can just be seen in what has been said’. These words, referring back to arguments that appear also in E.E., suggest to me that the objection Aristotle is about to discuss is one that had actually been brought against those arguments, after they had been delivered in their Eudemian or some other earlier form, by an opponent who might have belonged to the Academy, but might equally well have belonged to the Lyceum itself. For ease of exposition, I shall in what follows assume this to be the case, and shall refer to the author of the objection as the Objector. This assumption is not, however, essential to the main argument of this article. (shrink)
Diego Gambetta and Gloria Origgi describe Italy as a country in which there is a widespread preference for promising high quality goods and delivering low quality goods. Builders are presented as an example. Gambetta and Origgi make proposals regarding why there are these preferences. I was going to ask, why don’t they just try being builders for a while? But metaphorically speaking, they are builders, which makes explaining the problems they face easier.
Özet Dini bilginin temel kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’in Peygamberimizden bize haber yoluyla intikal ettiği hususu izahtan vârestedir. Rasûlullâh demek, Allah’tan aldığı bilgiyi insanlara ileten elçi, haberci demektir. Bu nedenle Peygamberlerden bize ulaşan dini bilgiye de haber ya da haber-i resûl denilmiştir. Rasûlullâh’tan teşrî’ ile ilgili gelen her haber, duyanlar ve tevâtür yoluyla ulaşılanlar için bila şek vela ihtilâf, kesinkes doğru ve bağlayıcıdır. Ancak bazı haberlerin Rasûlullâh’a nisbeti kesin olmadığı için ya da nisbeti kesin olsa da delâleti kesin olmadığı için (...) o haberlerin ifade ettiği bilgi de kesin değil, zannîdir. Kimi güdümlü veya meselenin mâhiyetinden bihaber bazı kişilerin; dinde zanla amel edilmez gibi temelsiz iddialarını bir tarafa bırakacak olursak, zannî bilgi, kesin bilgi mucibince bağlayıcıdır. Zannî bilginin, birden çok ihtimal barındırıp ictihad alanı olması bu durumu değiştirmez. Nitekim furû-i fıkhın çoğu zannî bilgi ifade eden haber-i vâhid ve ictihada mebnidir. İctihad, İslam hukukunun çok geniş bir alanını kapsamaktadır. Âmil durumda olduğu kıyas başta olmak üzere mesâlih-i mürsele, istihsan, sedd-i zerayi, sahâbe kavlinin delil değeri, istıshab, istıslah ve örfü de göz önüne aldığımızda karşımıza devasa bir alan çıkmaktadır. Bu kadar büyük bir alanı kapsayan ve böylesine ehemmiyetli bir konunun her türlü ilgi, alaka ve araştırmayı hak ettiğini düşünüyoruz. Sınırlı naslarla, sınırsız ihtiyaç ve sorunlara çözüm bulabilmenin yegâne yolu ictihattır. Aynı zamanda ictihat, İslam’ın kıyamete kadar her çağda ve her toplumda yaşanabilmesinin de temelidir. Dolayısıyla Zannî bilgiyi ve ictihadı reddetmek, İslam hukukunu sosyal yaşamdan çekmek demektir. Bu çalışmada, zannî bilginin tanımına, kapsamına, delil değerine, ictihadın tanımına, zanniyâtlarda ictihad edebilmenin delillerine, ictihad edebilme ehliyetine, zannî bilginin ve ictihadın reddi durumunda ortaya çıkacak sonuçlara yer verilmiştir. (shrink)
Her felsefi kongre zorunlu olarak politik bir öneme sahiptir. Bu, yalnızca felsefenin özünü her zaman politik olanın özüne bağlayan bir şey yüzünden değildir. Temel ve genel olarak, bu politik ima ona [felsefe ve politika arasındaki a priori ilişkiye] ağırlık katıyor, onu daha ciddi kılıyor ve özellikle felsefi kongre aynı zamanda uluslararası bir kongre olduğunda onun ayırıcı özelliğini de belirliyor. Uluslararası bir felsefe konferansı olasılığı sınırsız bir biçimde, farklı çizgilerle birlikte ve genelliğin birçok düzeyinde araştırılabilir. En genel anlamında böyle bir olasılık, (...) felsefenin özüne aykırı olarak, ulusal felsefelerin oluşturulduğu anlamına gelir. Belirli bir anda, belirli tarihsel, politik ve ekonomik bağlamda, bu ulusal gruplar, uluslararası toplantılar düzenlemeyi, ulusal kimlikleriyle temsil edilmeyi ve burada kendi farklılıklarını belirlemeyi ya da ilişkilendirmeyi zorunlu görmüştür. Bu tür bir farklılıklar toplantısı, bir dereceye kadar sadece öğretisel bağlam veya belli bir felsefi “üslup” tarafından tanımlanan ulusal felsefi kimliklerin öngörülmüş olduğu durumlarda gerçekleşebilir. Ancak, farklılıkların ilişkilendirilmesi de ortak bir unsuru öngörür: bir toplantı ancak tüm katılımcıların paylaştığı, bu durumda felsefi söylemin evrenselliği denilen ortak bir imge ile gerçekleşebilir. Bu kelimelerle, özüyle belirli bir dil grubu ve “kültürler” ile özdeşleştirilen bir projeden daha az bir olgu belirledim. Zira açıktır ki, bu unsurun şeffaflığının başına bir şey gelmiştir. (shrink)