The question of where the knowledge comes from when we conduct thought experiments has been one of the most fundamental issues discussed in the epistemological position of thought experiments. In this regard, Pierre Duhem shows a skeptical attitude on the subject by stating that thought experiments cannot be evaluated as real experiments or cannot be accepted as an alternative to real experiments. James R. Brown, on the other hand, states that thought experiments, which are not based on new experimental evidence (...) or logically derived from old data, called the Platonic thought experiment, provide intuitive access to a priori knowledge. Unlike Brown, John D. Norton strictly criticizes the idea that thought experiments provide mysterious access to the knowledge of the physical world, and states that thought experiments cannot provide knowledge that transcends empiricism. In the context of the NortonBrown debate, in this article, Brown's stance on thought experiments is supported by critically analyzing the thoughts put forward on the subject. -/- Düşünce deneylerini gerçekleştirdiğimizde sonucunda elde edilen bilginin nereden geldiği sorusu düşünce deneylerinin epistemolojik konumuna ilişkin tartışılan en temel konulardan bir tanesidir. Bu doğrultuda, Pierre Duhem düşünce deneylerinin gerçek deneyler ile aynı statüde değerlendirilemeyeceğini ve hatta düşünce deneylerinin gerçek deneylerin bir alternatifi olarak bile kabul edilemeyeceğini belirterek konuya ilişkin şüpheci bir tavır sergilemektedir. James R. Brown ise yeni deneysel kanıtlara dayanmayan ya da eski verilerden mantıksal olarak türetilmeyen, Platoncu düşünce deneyi olarak adlandırılan düşünce deneylerinin a priori bilgiye sezgisel erişim sağladığını ifade etmektedir. Brown’ın aksine, John D. Norton düşünce deneylerinin fiziksel dünyanın bilgisine gizemli bir erişim sağladığı yönündeki düşünceyi kesin bir dille eleştirmekte ve düşünce deneylerinin ampirizmi aşan bir bilgi sağlamasının mümkün olamayacağını ifade etmektedir. Norton-Brown tartışması çerçevesinde bu makalede, Brown'un düşünce deneylerine ilişkin tutumu, konuyla ilgili düşüncelerin eleştirel olarak analiz edilmesiyle desteklenmektedir. (shrink)
In this article, it is claimed that it is not possible to find a modern capitalist order in Ancient Greece. This claim is supported by the economic activities and historical findings of the ancient period and it is also shaped by reference to the 'primitivist-modernist debate'. In this context, firstly, Mosses I. Finley's primitivist views that claim capitalism cannot be possible in ancient Greece will be explained by taking into consideration the accounting system, commercial activity, social status, labor usages, and (...) land treatments. Secondly, the article will analyze Michael I. Rostovtzeff’s objection to primitivist ideas, and reveal his thoughts by supporting modernist ideas on the existence of capitalism in ancient Greek. Based on these analyses, it is concluded that it is unreasonable to talk about the existence of capitalism in ancient Greece. (shrink)
This article initially presents Ernst Mach's anti-realist or instrumentalist stance that underpin his opposition to atomism and reveal his idea that science should be based totally on objectively observable facts. Then, the details of Mach's phenomenalist arguments which recognize only sensations as real are revealed. Phenomenalist thought is not compatible with the idea of realism, which evaluates unobservable entities such as atom, molecule and quark as mind-independent things. In this context, Mach considers the atom as a thought symbol or a (...) metaphysical fiction. This results in the idea that the existence of matter or entity is not independent of the perceiving minds, which is considered Mach’s subjective idealism. As a result of these arguments, the article argues that it would not be wrong to associate Mach's thoughts with solipsism, a radical form of subjective idealism. -/- Bu makalede ilk olarak Ernst Mach’ın atomun varlığına ilişkin itirazının temelini oluşturan ve bilimin sadece gözlemlenebilir olgulara dayandırılması gerektiği yönündeki düşüncelerini ortaya koyan anti-realist ya da enstrümantalist görüşlerine yer verilmektedir. Ardından Mach’ın enstrümantalist tavrının alt metninde bulunan ve yalnızca duyumları gerçek olarak kabul eden fenomenalist argümanlarının ayrıntıları serimlenecektir. Fenomenalist düşünce atom, molekül ve kuark gibi gözlemlenemeyen varlıkları zihinden bağımsız şeyler olarak değerlendiren realizm düşüncesi ile uyuşmamaktadır. Bu bağlamda yapılan incelemeler, Mach’ın atomu bir düşünce sembolü ya da metafiziksel bir kurgu olarak değerlendirmesine ve dış dünyadaki varlıkların var olmasını, onların bir zihin tarafından duyumsanması koşuluna bağlaması ile sonuçlanmaktadır. Makalede Mach’ın öznel idealizmi olarak ele alabileceğimiz bu argümanlarının radikal bir sonucu olarak onun düşüncelerini solipsizm ile ilişkilendirmenin yanlış olmayacağı sonucuna varılmaktadır. (shrink)
Bilimin ne olduğunun belirlenmesi ve bu bağlamda bilimin sözde bilim ya da bilimsel olmayan alanlara ilişkin sınırının nasıl çizileceği tartışması, bilim felsefesinde sınır çizme problemi olarak ele alınmaktadır. Çalışmanın ana konusunu oluşturan bu problem, özellikle yirminci yüzyıldan itibaren, bilim felsefecileri tarafından birçok ölçüt ortaya konularak çözümlenmeye çalışılmıştır. Bu ölçütler genellikle, bilim ile sözde bilim arasındaki sınırı belirlemek amacıyla, bilimi mantık ve mantıksal önermeler üzerinden değerlendirmektedir. Şu ana kadar Viyana Çevresi, Popper, Kuhn, Lakatos gibi filozoflarca ortaya konulan ölçütler, nihai olarak problemi (...) mantıksal açıdan ele almıştır. Sınır çizme sorununun mantıksal açıdan ya da mantıksal ifadeler aracılığıyla ele alınması demek; sorunu içeriği yerine daha çok biçimsel açıdan ele almak anlamına gelmektedir. Ayrıca, ifade, kuram, araştırma programı gibi bilim öğelerinin bilimsellik durumunu tespit edebilmek amacıyla önerilen ölçütün, tek tek gerekli ve hep birlikte yeterli olan uygun sınır çizme ölçütünü karşılaması anlamına da gelmektedir. Bu çalışma, gerek ve yeter koşul arayışının, bilimin değişken ve çeşitli yapısını tam olarak yakalayamayacağını ve bilimin belirlenmesinin ve sınırının çizilmesinin bu yöntemle mümkün olmayacağını vurgulamaktadır. Bu konunun mutlaka sosyolojik açıdan da ele alınması gerekmektedir. Bilimin sosyal yapısına, değerler sistemine de bakmamız gerekir. Sonuç olarak, sınır çizme probleminin gerek ve yeter koşulun ortaya koyduğu katı ve ortak özellikler üzerinden sonuçlandırılamayacağı, bunun yerine bilimin “aile benzerliği yaklaşımı” çerçevesinde ele alınması gerektiği vurgulanacaktır. Aile benzerliği yaklaşımının temel oluşturduğu çok boyutlu ölçüt, bu sorunun çözümünde sosyal etkenleri dâhil etmesi, bilimin çeşitliliğini kapsayabilecek ölçüde çoklu ve esnek yapıda olması ile katkıda bulunacaktır. (shrink)
Bilimin ne olduğunun tespit edilmesi ve bilimi sözde bilimlerden ya da bilimsel olmayan alanlardan ayırt edecek ölçütün ne olması gerektiğine yönelik tartışma, bilim felsefesinde sınır çizme sorunu olarak ele alınmaktadır. Bu makalede, öncelikle söz konusu soruna yönelik geleneksel yaklaşımlar incelenmiş ve ardından bu yaklaşımların bilimsel toplulukların doğasına ilişkin özellikleri göz ardı ettiği ortaya konmuştur. Daha önce yapılan çalışmalar bilimi daha çok önermeler, ifadeler ya da salt epistemik bir sistem olarak ele almakta ve bilimsel akıl yürütmenin biçimi ile bilimsel kuramların özelliklerine (...) odaklanmaktadır. Bu tespit çerçevesinde, sunulan çalışmada, bilimsel bir disiplinin asgari olarak iki özellik (yapısal ve kanıta dayalı olması) üzerine kurulması gerektiği vurgulanarak, sınır çizme sorununun çözümüne yönelik önerilen alternatif ölçüt bilimin sosyal yönüne dikkat çekmektedir. Bu bakımdan, makalenin asıl ilgisi, sınır çizme sorununu alternatif bir yolla ele alabilmek amacıyla bilimin ve onun uygulayıcılarının sosyal özelliklerine yönelik tespitleri, sözde bilimin uygulayıcıları ile kıyaslayarak aktarmaktır. Makale, bir disiplinin sözde bilim olarak nitelendirilebilmesi için öncelikle o disiplinin bilimsellik iddiasında bulunması, daha sonra bilimsel topluluk tarafından sürdürülen bir araştırma geleneğine kabul edilmemiş ya da bu araştırma geleneği tarafından terk edilmiş olması gerektiği düşüncesi ile sonuçlandırılmıştır. (shrink)
Bilime ve bilimsel bilgiye yönelik yaygın görüş, bilimin objektif bir faaliyet olduğudur. Bu görüş bilimsel bilginin elde edilmesinde, bilim insanlarının nesnel bir tavır sergilediğini ve onların sosyal faktörlerden etkilenmediğini varsaymaktadır. Yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde, Viyana Çevresi ve Karl Popper'ın düşünceleri ile bilimde sosyolojik ve psikolojik unsurların keşif bağlamı içerisinde görülebileceği, bilimsel kuramların ve araştırmaların gerekçelendirilmesine yönelik girişimlerin ise yalnızca nesnel, epistemik çalışmalardan oluştuğu ileri sürülmektedir. Keşif bağlamı ve gerekçelendirme bağlamı adı altında yapılan bu ayrıma ilişkin iddialar, Thomas Kuhn'un 1962 yılında (...) yayımlanmış olan 'Bilimsel Devrimlerin Yapısı' adlı kitabında vurguladığı argümanlar ile sekteye uğramaktadır. Kuhn, sosyal ve psikolojik etkenlerin her iki bağlamda da yer aldığını ifade etmekte ve bu sebeple keşif ve gerekçelendirme ayrımına karşı çıkmaktadır. Bu çerçevede makalede, Kuhn'un ulaşmış olduğu sonuçlar Güçlü Program'ın öne sürmüş olduğu argümanlar çerçevesinde desteklenerek ortaya konulmaktadır. -/- ABSTRACT That science is an objective activity is the common view towards science and scientific knowledge. This view assumes that scientists have an objective attitude isolated from social factors in the process of obtaining scientific knowledge. In the second quarter of the twentieth century, the Vienna Circle and Popper argued that sociological and psychological elements can be seen in the context of discovery and that attempts to justify scientific theories and research are merely objective, epistemic studies. The claims regarding this distinction made under the context of discovery and the context of justification are interrupted by the arguments emphasized by Kuhn in his "The Structure of Scientific Revolutions" published in 1962. Kuhn opposes the distinction between discovery and justification by stating that social and psychological factors are present in both contexts. In this respect, Kuhn's conclusions are supported by the arguments put forward by the Strong Programme. (shrink)
This paper presents a preliminary analysis of homeopathy from the perspective of the demarcation problem in the philosophy of science. In this context, Popper, Kuhn and Feyerabend’s solution to the problem will be given respectively and their criteria will be applied to homeopathy, aiming to shed some light on the controversy over its scientific status. It then examines homeopathy under the lens of demarcation criteria to conclude that homeopathy is regarded as science by Feyerabend and is considered as pseudoscience by (...) Popper and Kuhn. By offering adequate tools for the analysis of the foundations, structure and implications of homeopathy, demarcation issue can help to clarify this medical controversy. The main argument of this article is that a final decision on homeopathy, whose scientific status changes depending on the criteria of the philosophers mentioned, cannot be given. (shrink)
Bu makalede Milet Okulu Filozofları ve ilk materyalistler olarak anılan Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’in ontolojileriyle ilişkili olarak arkhe arayışı içerisinde tanrıyla ilgili görüşlerine yer verilecektir. Bazı düşünürler tarafından tanrı tanımaz olarak nitelendirilen Miletli filozofların evrenin ilk maddesi nedir sorusuna vermiş oldukları yanıtların aslında o dönemki Antik Yunan din anlayışıyla bazı önemli noktalarda bağdaştığı gösterilecektir. Makalenin sonunda bu düşünürlerin kendilerine ait bir teoloji ve tanrı düşüncesine sahip oldukları sonucuna varılacaktır. -/- In this article, ideas of the Milesian philosophers; Thales, Anaximandros and (...) Anaximes known as the first materialists will be included in this article with regards to their search for arkhe in relation to their search for god. It will also be shown that the answer to the question of arkhe by the Milesian philosophers who were accepted as atheist philosophers by some thinkers, is compatible with the Ancient Greece’s understanding of religion at some important aspects. At the end of the article, it will be concluded that these scholars have their own idea with regards to theology and god. (shrink)
Marx’ın yapıtlarında ahlaki bir kaygı taşıdığı ve bu doğrultuda bir etik teorisine sahip olduğu düşüncesi günümüzde tartışılmaya devam eden bir meseledir. Bu tartışma genellikle Marx'ın yabancılaşma, insan doğası ve kapitalizm hakkında ileri sürmüş olduğu düşünceleri üzerinden yürütülmektedir. Bu kapsamda, ilk olarak, makalede Marx’ın yabancılaşma teorisi ve bu kavramın nasıl ortaya çıktığına ilişkin tarihsel arka plan verilmektedir. Daha sonra yabancılaşma ile insan doğası arasındaki ilişkiyi kurarak, Marx'ın insan doğası anlayışının ona bir etik teorisi imkânı sağlayıp sağlamadığı tartışılmaktadır. Bu bağlamda, Marx'ın etik (...) teorisine hizmet eden evrensel bir insan doğası anlayışına sahip olduğu fikri, Louis Althusser ve Norman Geras'ın analizi ile irdelenmektedir. Yapılan tartışmalar doğrultusunda, nihai olarak, makalede Marx’ın bir etik teorisine ve ahlak anlayışına sahip olduğu sonucu desteklenmektedir. (shrink)
Paul Goodman, 1960’larda modern Amerikan toplumunun organize sistemi içerisinde dönemin gençliğinin sorunlarını ön plana çıkaran ‘Growing Up Absurd: Problems of Youth in the Organized System’ (Saçmayı Büyütmek: Organize Sistemde Gençliğin Problemleri, 1960) eseri ile sosyal bir eleştirmen olarak ön plana çıkmıştır. Amerikalı bir düşünür olan Paul Goodman’ın kısa öyküler, romanlar, şiirler ve makalelerden oluşan çalışmaları, siyaset, sosyal teori, eğitim, kentsel tasarım, edebi eleştiri, hatta psikoterapi gibi geniş bir yelpazeye dağılmıştır. Onun temel argümanı (1960: 9-10) tek bir merkez etrafında örgütlenen teknoloji (...) toplumunun başarısızlıklarını eleştirerek, mevcut düzenin insanın doğasına uygun bir biçimde yeniden inşasını vurgulamaktadır. Goodman’ın yeniden inşa süreci içerisinde insan doğasına önem veren faaliyete dayalı anarşist ideolojisi, sorumluluk duygusunun homojen bir şekilde bireyler arasında paylaşılması gerektiğini vurgular. Goodman merkeziyetçi olmayan siyaset anlayışı ile kendisini Amerikan siyasetinin ve kültürünün karşısında yer alan bir pozisyonda konumlandırmaktadır (Honeywell, 2011: 1). Diğer bir deyişle Goodman (1960: 36), anarşist geleneği formüle etmek amacıyla yirminci yüzyıl Amerikası’nın içinde bulunmuş olduğu mevcut durumdan yola çıkarak eleştirilerini ademi merkeziyetçilik, katılımcı demokrasi, özerk toplum temaları üzerine temellendirmiştir. -/- Goodman’a göre, sosyal, kültürel, ahlâk ve eğitim gibi alanlarda uygulanan kurallar günümüz devletlerini etkisi altına alan kapitalist düzen tarafından belirlenmektedir (Bakır, 2016: 110). Bu durum Goodman’ın da içerisinde bulunduğu anarşist düşünürler tarafından kabul edilebilecek bir husus değildir, çünkü anarşistler mevcut düzenin ve sosyal yaşamın otorite ve itaat yapılarıyla güçlendirilen belirli yaklaşımlar ile kontrol altına alınmasını, insanların fikirlerini özgürce ifade edemeyeceği, bir nevi entelektüel bir hapishane içerisinde yaşaması anlamına geleceğinden dolayı karşı çıkmaktadırlar (Sheean, 2003: 122). Aynı nedenlerden dolayı Goodman, modern liberalizm ve Marksizm gibi alternatif radikal ideolojileri yerinden yönetim düşüncesi ve sosyal mühendislik konusundaki eğilimleri dolayısıyla reddetmektedir. Goodman için anarşizm, özgürlük ve toplumsal değişime yeterli düzeyde arka çıkabilecek tek ideolojik çerçeve olarak görülmektedir. Ona göre (2010: 143), “anarşizm ya da daha iyisi, anarko-pasifizm (toplumsal değişim hareketleri içerisinde örgütlü şiddete ve kurumlara karşı çıkan anarşist anlayış) günümüzün gelişmiş toplumlarının bürokrasilerini, karar verme konusunda aşırı merkezîleşmelerini ve sosyal mühendislik gibi problematik durumlarını ve tehlikelerini tutarlı bir şekilde öngörmüştür”. -/- Siyaset, sosyoloji ve felsefe gibi çeşitli alanlar içerisinde etkili olan anarşist kuramlar, radikal bir söylem olarak eğitimcileri ve araştırmacıları yeni öğretilere ve uygulamalara teşvik etme konusunda itici bir güç oluşturabilmektedirler. Anarşist yaklaşımlardan eğitim kuramı ve araştırmalara yönelik daha belirleyici bir rol alması beklenmektedir, ancak bu yaklaşımlar mevcut radikal akademik görüşü büyük ölçüde etkisi altına alan Marksizm’in eğitim alanında göstermiş olduğu aynı etkiyi gösterememiştir. Anarşist düşünceleri eğitim alanı içerisinde daha etkili ve görünür kılabilmek amacıyla Paul Goodman, Francisco Ferrer ve Alexander Neill’ın ileri sürmüş olduğu çeşitli düşünceler, girişimler ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda Goodman’ın anarşizme ilişkin düşünceleri ile bu çalışma sıkı bir anarşizm tahlili, eleştirisi ve felsefesinden öte anarşist anlayışın eğitimdeki uygulanabilirliğine yönelik bir soruşturma içerisine girmekte ve anarşist yaklaşımın mevcut eğitim sistemlerinden hangi yönleriyle farklılaştığını, sonucunda etkili bir eğitim anlayışı ortaya koyup koyamadığını tartışmaktadır. (shrink)
Thomas Kuhn’un 1962 yılında yayımlamış olduğu “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı kitabı bilimsel gelişme, bilimin doğası ve bilimsel bilginin özerkliği gibi çeşitli bilim felsefesi konularında alanında rölativist ya da göreci bir anlayışa katkıda bulunarak bilimin sarsılmaz statüsüne zarar verip vermediğine yöneliktir. Kuhn’un rölativistlikle suçlanmasına yol açan argümanlardan ön plana çıkan ikisi; iki farklı rakip paradigmaya bağlı olan kuramların kıyaslanmasının mümkün olmadığını ileri süren metodolojik eşölçülemezlik argümanı ile kuramdan bağımsız nötr gözlem önermelerinin olamayacağını belirten gözlemlerin kuram yüklü olduğu savıdır. Kuhn bu argümanlar (...) çerçevesinde kendisine getirilen görecilik iddialarına karşı çıkar ve bilim felsefecilerinin ona yöneltmiş olduğu eleştirilere yıllar içerisinde “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” kitabının ek bölümlerinde cevap vermektedir. Bu bağlamda, Kuhn’un bu iddialara ikna edici bir cevap verip vermediğini tespit edebilmek ve onun gerçekten bilim ve bilimsel bilginin statüsü konusunda rölativist olup olmadığını soruşturmak için ortaya konulan eleştirilerin etraflıca ele alınması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, Kuhn'un görecilik konusu ile ilgili bir neticeye varabilmek amacıyla onun bütün bilim anlayışının göz önünde bulundurulması önemlidir. Dolayısıyla Kuhn'un genel bilim tasviri bu çalışmanın odağını oluşturmaktadır. Bu bakımdan çalışmada, ilk olarak kısaca “göreciliğin” ne anlama geldiği ortaya konulacak, ardından Kuhn’un eşölçülemezlik ve kuram yüklülük tezleri ayrıntılandırılarak, bu çerçeve içerisinde neden rölativist olarak kabul edildiği serimlenecektir. Nihai olarak, Kuhn'un kendisine getirilen eleştirilere karşı ortaya koyduğu cevapların rölativist suçlamalardan sıyrılması için sağlam gerekçeleri sağlayamadığı ortaya konulacaktır. (shrink)
Diogenes of Sinope, bilinen adıyla Diogenes ya da Sinoplu Diyojen’e yönelik yapılan bu çalışmada amacım, Dioegenes’in yaşamının, felsefi duruşunun ve benimsediği etik kuralların kapsamlı ve belgelenmiş bir şekilde sunulmasıdır. Diogenes’in hayatını ve öğretilerini güvenilir bir şekilde aktarmak aşırı derecede zordur, çünkü diğer antik filozoflardan ayrı olarak, onun yaşamına ilişkin güvenilir kaynaklar bulmak oldukça sınırlıdır. Ayrıca, fıçının içinde yaşayan bir Kinikli’ye yönelik ortaya konulmuş birçok kurmaca anekdot ile uğraşılması gerekmektedir. Güvenilir bilginin azlığı ve belgesiz atıfların yarattığı zorluklara rağmen, yine de birçok (...) kişinin hayalinde hayatta kalmayı başaran ünlü filozofun portresini ölümünden yirmi üç yüzyıl sonra yeniden inşa etmek mümkün gözükmektedir. Bu bağlamda, Diogenes’in yaşam tarzı ve felsefesine yönelik bilgiler verilecek, ardından temsil ettiği akım olan kinizmin temel öğretileri çeşitli kaynaklardan gösterilerek aktarılacaktır. Son olarak da, Diogenes’in Sinop kültürünün ve kültürel mirasımızın bir parçası olarak kabul edilmesinin mümkün olup olmadığı tartışılacaktır. (shrink)
In this study, the existing definitions of thought experiments and the origin of this concept with its first usage in history will be discussed. Then, the epistemology of Ernst Mach, who conducted the first systematic research on thought experiments, will be provided in order to grasp his views on this subject correctly. In this context, the views of James Brown and John Norton, who support different positions, will be briefly described in order to draw the general framework of the epistemological (...) status of thought experiments. Finally, it will be revealed that the biological theory of knowledge and the doctrine of the economy of thought are the sources of Mach’s ‘instinctive knowledge’ argument about scientific thought experiments. (shrink)
Bu makalede solipsizmin argümanlarının metafizik ve epistemolojik düzlemlerde geçerli olup olmadığı değerlendirilecektir. Bu çerçevede çalışmada ilk olarak solipsizmin şüphecilikle ilişkisi bağlamında tarihsel arka planı verilecek, Rene Descartes ve George Berkeley’in solipsizmin teorik açıdan derinleşmesini mümkün kılan savlarına da yer verilecektir. Ardından George Edward Moore ve Hilary Putnam’ın solipsizme karşı kullanılabilecek argümanları ele alınacak ve son olarak solipsizm eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Makalenin temel argümanı solipsizmin ne metafizik ne de epistemolojik açıdan gerekçelendirilebileceğidir.
Science and scientific knowledge have been questioned in many ways for a long period of time. Especially, after the scientific revolution of 16th- and 17th-century Europe, science and its knowledge have been mainly accepted one of the most valuable and trustable information. However, in 20th century, autonomy of scientific knowledge and its dominant position over other kinds of knowledge have been mainly criticised. Social and other factors that were tried to be excluded before have been incorporated into the work by (...) the influence of the Strong Programme. In this article, it will be argued that while people are presenting scientific knowledge, their interests, beliefs and the communities they are involved in are also shown to be effective in producing this information. Thus, the desired result is that it is not reasonable to talk about the absolute autonomy of scientific knowledge. (shrink)
Bu makalede Milet Okulu Filozofları ve ilk materyalistler olarak anılan Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’in ontolojileriyle ilişkili olarak arkhe arayışı içerisinde tanrıyla ilgili görüşlerine yer verilecektir. Bazı düşünürler tarafından tanrı tanımaz olarak nitelendirilen Miletli filozofların evrenin ilk maddesi nedir sorusuna vermiş oldukları yanıtların aslında o dönemki Antik Yunan din anlayışıyla bazı önemli noktalarda bağdaştığı gösterilecektir. Makalenin sonunda bu düşünürlerin kendilerine ait bir teoloji ve tanrı düşüncesine sahip oldukları sonucuna varılacaktır.
Thought experiments, one of the most effective ways of acquiring knowledge, are an intellectual tool frequently used by scientists or thinkers in their fields of study. Thought experiments used to respond to scientific issues are considered scientific thought experiments, while thought experiments used for philosophical problems are called philosophical thought experiments. In this context, firstly, the differences between scientific and philosophical thought experiments are determined in the article. In particular, philosophical thought experiments are often needed in discussions within the field (...) of epistemology. For this reason, in the rest of the study, the knowledge argument put forward against the idea of physicalism, which is one of the important views in epistemology and which claims that the natural world is basically physical and that everything can be explained by physical laws is included. The knowledge argument briefly argues that there are non-physical properties and information that can only be discovered through conscious experience. Accordingly, it is argued that someone who has all physical knowledge about another conscious may lack knowledge of what it would feel like to have subjective experiences of that entity such as qualia. Consequently, the main idea of the article is to reveal how an epistemological thesis has been questioned by various philosophers in the context of philosophical thought experiments such as Mary’s room, ‘What is it like to be a Bat’, The Martian and the Philosophical Zombie. - Bilgi edinmenin en etkili yollarından bir tanesi olarak değerlendirilen düşünce deneyleri bilim insanları ya da düşünürler tarafından kendi çalışma alanları içerisinde sıklıkla başvurulan düşünsel bir araçtır. Bilimsel konulara cevap vermek amacıyla gerçekleştirilen düşünce deneyleri bilimsel düşünce deneyleri olarak değerlendirilirken, felsefi sorunlara yönelik kullanılan düşünce deneyleri ise felsefi düşünce deneyleri olarak adlandırılmaktadır. Bu kapsamda makalede ilk olarak bilimsel ve felsefi düşünce deneyleri arasındaki farklılıklar belirlenmektedir. Özellikle, epistemoloji alanı içerisinde yer alan tartışmalarda felsefi düşünce deneylerine sıklıkla ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle çalışmanın devamında epistemolojide önemli görüşlerden bir tanesi olan ve doğal dünyanın en temelde fiziksel olduğu ve fiziksel yasalarla her şeyin açıklanabileceği iddiasında bulunan fizikalizm düşüncesine karşı ileri sürülmüş bilgi argümanına yer verilmektedir. Bilgi argümanı kısaca sadece bilinçli deneyim yoluyla elde edilebilen ve fiziksel olarak ifade edilemeyen öznel deneyimlerin ve özelliklerin olduğunu savunmaktadır. Buna göre, başka bir bilinçli varlık hakkında bütün fiziksel bilgiye sahip olan birinin, o varlığın qualia gibi öznel deneyimlerine sahip olmasının nasıl bir his olduğu konusundaki bilgilerden yoksun olabileceği fikri savunulmaktadır. Bu doğrultuda, makalenin temel savı fizikalizm gibi epistemolojik bir teze Mary’nin Odası, ‘Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir’, Marslı ve Felsefi Zombi gibi felsefi düşünce deneyleri bağlamında çeşitli filozoflarca nasıl itiraz edildiğini ve düşünce deneylerinin bu bağlamda nasıl kullanıldığını ortaya koymaktır. (shrink)
Gözlemlenenlerden gözlemlen(e)meyenlere diğer bir deyişle genel yasalara ulaşma imkânı veren çıkarım yöntemi olarak tümevarımsal ya da endüktif akıl yürütmenin rasyonel olarak temellendirilmesinin imkanına yönelik soruşturma tarih içerisinde tümevarım sorunu ya da endüksiyon problemi olarak tezahür etmiştir. Bu sorunun temel argümanı tarihsel okumalara baktığımızda İskoç ampirist filozof David Hume tarafından öne sürülmüştür. Hume, tümevarımsal çıkarımlar temelinde, gözlenmeyen meseleler hakkındaki inançlarımıza hangi gerekçelerle ulaştığımızı soruşturmaktadır. Hume soruşturmasının sonucunda gözlemlenenden gözlemlen(e)meyen durumlara ilişkin yapılan olgu meseleleri ile ilgili bütün tümevarımsal akıl yürütmelerin dolaylı ya (...) da dolaysız olarak nedensellik ilişkisine ve bu ilişkinin temelinde yer alan doğanın düzenliliği ilkesi ya da “gelecek her zaman geçmişe benzer” önermesine dayandığını ifade ederek bütün tümevarımsal akıl yürütmelerde ortak olan geleceğin her zaman geçmişe benzeyeceği ifadesinin rasyonel olarak temellendirilmesinin mümkün olmadığını belirtmektedir. Bu bağlamda, çalışmada tümevarımsal akıl yürütme sonucunda ulaşılan sonuca inanmanın hiçbir rasyonel temelinin olamayacağı yönündeki Hume’un görüşü argüman formunda yeniden yapılandırılarak ortaya konulacaktır. (shrink)
Bilimsel faaliyetin ve bilimsel bilginin en temel özelliklerinden bir tanesi olarak karşımıza çıkan bilimsel nesnellik bilim felsefesi alanı içerisinde sıklıkla tartışılan bir konu olagelmiştir. Bu doğrultuda, bilimsel nesnelliğin temin edilmesine yönelik çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Genel olarak bilimsel nesnellik bilim insanlarının çalışmalarında olguları doğrudan yansıtması ya da bilim insanlarının çalışmalarını tarafsız bir bakış açısıyla tamamlaması olarak anlaşılmaktadır. Bu görüşlerin bilim felsefesi içerisindeki yansımaları sırasıyla olgulara bağlılık olarak nesnellik ve hiçbir yerden bakış olarak nesnellik isimleriyle olmuştur. Bu bakış açısı, kişisel çıkarların (...) ve değerlerin bilimsel çalışmalardan izole edilmesi sayesinde bilimsel nesnelliğin sağlanabileceğini kabul etmektedir. Diğer bir deyişle, bilimler değerlerden bağımsız olduğu takdirde nesnel olabilmektedirler. Bu görüşe karşı olarak, Helen Longino gibi bilim insanları ise değerleri bilimsel nesnelliğin bir gerekliliği olarak görmektedirler. Bu çalışmada, özellikle değerlerin göz ardı edilmesiyle bilimsel nesnelliğin gerçekleştirilmesinin mümkün olamayacağını vurgulan Helen Longino’nun “bağlamsal deneycilik” olarak bilinen görüşlerine yer verilmektedir. Buna göre Longino, bilimsel araştırmanın toplumsal yönlerini göz önünde bulundurarak değerden bağımsız ideali tamamen reddetmektedir. O değer yüklü bir bilimin hem bilgi kuramsal açıdan hem de nesnellik açısından güvenilir olabileceğini düşünmektedir. -/- Scientific objectivity, which is one of the most basic features of scientific activity and scientific knowledge, is a subject that is frequently discussed in the field of philosophy of science. In this direction, various views are put forward to ensure scientific objectivity. In general, scientific objectivity is understood as scientists reflecting the facts as they are in their studies or scientists completing their studies with an impartial point of view. The reflections of these views in the philosophy of science were respectively called objectivity as faithfulness to facts and objectivity as a view from nowhere. This perspective recognizes that scientific objectivity can be achieved by isolating personal interests and values from scientific studies. In other words, sciences can only be objective if they are value-free. Against this view, scientists such as Helen Longino see values as a necessity of scientific objectivity. In this study, Helen Longino's views known as "contextual empiricism" are included. Accordingly, it is emphasized that it is not possible to realize scientific objectivity by ignoring values. Longino completely rejects the value-free ideal, considering the social aspects of scientific research. She thinks that a value-laden science can be reliable both in terms of epistemology and objectivity. (shrink)
One of the main purposes of science is to explain natural phenomena by increasing our understanding of the physical world and to make predictions about the future based on these explanations. In this context, scientific theories can be defined as large-scale explanations of phenomena. In the historical process, scientists have made various choices among the theories they encounter at the point of solving the problems related to their fields of study. This process, which can be called ‘theory choice’, is one (...) of the most debated issues in the field of philosophy of science in the twentieth century, because this discussion is a very comprehensive problem because it includes important issues such as the use of logical arguments and the determination of the scientific method. At the point of solving this problem, members of the Vienna Circle and Karl Popper think that an objective criterion can be determined by which scientists can apply for theory choice. While the Vienna Circle emphasizes that the best-confirmed theory should be chosen among competing theories, Popper states that competing theories or theories should be tested ruthlessly with appropriate methods, and that successful or corroborated theories should be selected as a result of these tests. Contrary to these views Kuhn states that there are some non-obligatory subjective elements that scientists should follow at the point of theory choice. Accordingly, in this study, the problem of how scientists make their choices among competing theories will be discussed by highlighting Kuhn’s arguments regarding the subjective nature of theory selection. (shrink)
Bilime ve onun bilgisine akademik, politik, ekonomik ve kamusal alanlar olmak üzere birçok alanda diğer bilgi iddialarına kıyasla daha fazla güven duyulmaktadır. Bilime duyulan bu güvenin temelinde büyük ölçüde bilimsel süreçlerin ve yöntemlerin nesnel bir şekilde yürütülmesi ve bu nesnel sürecin bir ürünü olarak bilimsel bilginin tarafsız bilim insanları tarafından ortaya konulduğu düşüncesi yatmaktadır. Bu bakımdan toplum tarafından bilimin tartışılmaz statüsünün ve bilimsel bilgiye verilen değerin belirleyicisi olarak nesnellik özelliği ön plana çıkmaktadır. Bilhassa doğa bilimleri söz konusu olduğunda bilimsel yöntemin (...) olgulara ve dış dünyaya ilişkin nesnel bilgiler sağladığı düşünülmektedir. Bu bakımdan doğa bilimleri, bilimde nesnelliğin paradigmatik örnekleri olarak kabul görmektedir. Beşeri ve sosyal bilimler alanında ise doğa bilimlerine kıyasla nesnellik algısı düşük olmasına rağmen, yöntemlerinin bilimsel yöntemle çalışılmaya uygun olmasından dolayı en azından ilke olarak nesnel olduğu değerlendirilmektedir. Bilimin değerler alanından ziyade olgu alanına ilişkin çalışmalar yürütmesi, bilim insanlarının değerler, anlamlar ve ideallerinden de kendisini izole ederek bilimsel nesnelliği temin edilebileceği konusunda genel bir kavrayışa yol açmaktadır. Bu görüşün önde gelen düşünürü Karl Popper’dır. Popper bilimsel nesnelliğin, olgusal içerikli önermelerin – protokol önermeleri – öznelerarası sınanabilir olması ile temin edilebileceğini ve böylece bilim insanlarının çalışmalarında kültür, değer ve inanç gibi öznel kanılarının bilimsel bilginin temellendirilmesi ve sınanması noktasında kullanılamayacağını ifade etmiştir. Ancak bilimin doğasına yönelik bir soruşturma bilimsel bilginin düşünüldüğü kadar nesnel bir sürece sahip olmadığını, bilim faaliyetini gerçekleştiren bilim insanlarının kişisel çıkarlarının, değerlerinin ve içinde yaşamış oldukları kültürel faktörlerin bilimsel bilginin elde edilmesi sürecinde etkili olabileceğini ortaya koymaktadır. Bu bakımdan bilimin doğasını doğru bir şekilde anlayabilmenin yolu bilimlerde nesnellik ölçütünün sosyolojik ve kültürel unsurlarla yakından ilişkili olduğunu bilmekten geçmektedir. Thomas Kuhn bilimsel değerlendirmelerde değer yargılarının ve kültürel unsurların kaçınılmaz olduğu düşüncesindedir. Kuhn, Popper’ın aksine sosyolojik etmen ve değerleri de işin içerisine katarak bir bilimsel nesnellik değerlendirmesi yapmaktadır. Bu doğrultuda, o bilimde fazlasıyla öznel unsurları vurguladığı eleştirilerine imkân vermeyecek şekilde bilim insanlarının takip etmesi gereken ve tavsiye niteliğinde olan belirli değerler neticesinde bilimsel nesnelliğin ve rasyonalitenin sağlanabileceğini ifade etmektedir. Bu kapsamda çalışmada, bilimin en bilinen özelliği olarak göze çarpan nesnellik kavramı ve düşüncesine yönelik kavramsal bir belirlemenin ardından kültür ve değer gibi sosyolojik unsurların bilimsel objektifliğin ayrılmaz bir parçası olduğu argümanı, Popper ve Kuhn’un çalışmaları göz önünde bulundurularak serimlenecektir. (shrink)
Hermeneutik tarihsel süreç içerisinde hukuk, teoloji, tarih, sanat ve felsefe gibi çeşitli alanlarda farklı şekillerde tanımlanmış ve kullanılmış bir kavramdır. Bu doğrultuda, hermeneutiğin tam olarak belirlenebilmesi amacıyla, hermeneutik kelimesinin kökenine ve bu disiplinin tarihine mümkün olduğunca öz bir şekilde bakma gereksinimi ortaya çıkmaktadır. Çünkü hermeneutik disiplinini tek bir perspektiften değerlendirmek, onun temel gerçekliğini anlamamıza engel olacak çarpıtmaların gün yüzüne çıkmasına sebep olabilir. Genel anlamda bir ifadenin, anlamın, metnin ya da sanat eserinin belirli bir çerçeve içerisinde yorumlanması olarak değerlendirilen hermeneutik, felsefe (...) açısından varlığın oluş tarzı, sosyoloji açısından metodolojik problemlere yönelik bir çözüm, dini açıdan ise anlaşılması güç metinlerin anlamını gün yüzüne çıkaran yorum kuralları bütünü olarak tanımlanabilir (Audi, 1999: 377). Webster’in Uluslararası İngilizce sözlüğünde hermeneutik kavramı genel ifadesiyle yorumlama ve açıklamanın metodolojik ilkelerinin soruşturulması olarak tanımlanmakta iken, daha özel anlamda ise İncil’in çevirisinin yapılabilmesi için belirlenen genel prensiplerin incelenmesi olarak belirtilmiştir (Gove, 1971: 1059). Bu çalışmada, Auguste Comte’un öncülük ettiği pozitivist anlayışın öne sürdüğü ve desteklediği doğa bilimci yöntemin ve pozitivist tarih anlayışının, insanı ve yaşantısını doğru bir kavrayışla değerlendirme noktasında etkili olamadığı vurgulanacaktır. Pozitivist düşünce doğa bilimlerinin elde etmiş olduğu başarı ve kazanımlardan yola çıkarak dönemin bilim anlayışı konusunda belirleyici olmakla birlikte, ön plana çıkardığı bilimsellik modelinin ya da kriterinin bir sonucu olarak tinsel bilimlerin ya da beşerî bilimlerin doğasına uygun olmayan yöntemleri benimsemesi hususunda belirleyici bir unsur olmuştur. Böylece, doğa bilimleri söz sahibi olmadığı bir alan içerisinde parlatılarak, bilimsellik statüsü kazanabilme kaygısıyla tinsel bilimleri yöntemsel bir kriz içerisine sürüklemiştir. Bu çerçevede, hermeneutiğin zaman içerisindeki dönüşümünün zirve noktasında yer alan düşünürlerden biri olan Wilhelm Dilthey’in tinsel bilimleri yöntemsel açıdan karşı karşıya kaldıkları kriz durumundan çıkarmak amacıyla ileri sürdüğü hermeneutik yönteme ilişkin savlarını, hermeneutiğin tarihsel süreç içerisindeki kazanımlarından yola çıkarak tartışmak gerekmektedir. (shrink)
Bu makalede, Milet Okulu doğa filozoflarının ontolojileri çerçevesinde töz hakkındaki görüşlerine yer verilmektedir. Buna göre, öncelikle, töz kavramının felsefi tartışmalarda neden farklı şekillerde ele alındığını açıklamak için kavramın kökeni ve çeşitli anlamlarına yönelik tespitler aktarılmaktadır. Bu tespitlerden hareketle, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes'in her şeyin ilk ilkesi (arkhe) arayışında ulaştıkları sonuçların töz olarak kabul edilebileceği ve onların farklı nitelikte olan tözlerinin felsefi töz kavramının çeşitli özelliklerine atıfta bulunduğu ortaya konulmaktadır. Nihai olarak, makalenin amacı Miletli filozofların töze ilişkin kavrayışlarının birbirine paralel olduğunu, (...) ancak töze atfettikleri özelliklerin farklılaştığını ve bu noktada Anaksimenes’in töz kavrayışının diğer düşünürlere oranla daha kapsayıcı olduğunu ortaya koymaktır. (shrink)
Bu makalede, bilim felsefecisi kimliğiyle tanınan Thomas Kuhn’un eğitim ve özellikle fen eğitimi alanındaki görüşlerine değinilmektedir. Fen eğitimi, bilim, bilimin doğası ve bilim uygulamaları hakkında düşünceler geliştirmeye odaklanarak fen öğrenimi için gerekli olan beceri ve anlayışın geliştirilmesini amaçlamaktadır. Fen eğitiminin temel amaçlarından biri bilimin gerçek doğasının tespit edilmesi ve bu doğrultuda bir eğitim modelinin belirlenmesidir. Bu çerçevede Kuhn’un bilim tarihine yönelik incelemeleri neticesinde ileri sürdüğü paradigma kavramı bilimin doğası ve fen eğitimi konusundaki görüşlerin değişimine yol açmıştır. Kuhn açısından fen eğitimi (...) yürürlükteki bilim yapma tarzının temelinde yatan paradigma ve öğretilerinin bilim insanlarına ve öğrencilere aktarılması sürecidir, bu nedenle fen eğitimi yalnızca olağan bilim döneminde mümkündür. Kuhn’un eğitim modeli, mevcut paradigmayla ilişkili olarak karşılaşılan bulmaca ya da sorunları çeşitli örneklerden hareketle tekrar tekrar çözmeye çalışan öğrenciler aracılığıyla gerçekleştirilir. Kuhn’un olağan bilimin sınırları içerisinde kalarak değerlendirdiği fen eğitimi anlayışı eleştirel düşünceyi engellediği iddiasıyla Karl Popper, John Watkins ve Richard Bailey tarafından katı, tutucu, dogmatik ve endoktrinasyonu vurgulayan bir eğitim anlayışı olarak görülmektedir. Bu çerçevede makalede, öncelikli olarak Kuhn’un bilimin doğası ve bilimin gelişim tarzına yönelik belirlemeleri doğrultusunda fen eğitimine yönelik düşünceleri ve bu düşüncelerin eğitim alanındaki yansımaları incelenmektedir. Ardından, Kuhn’un fen eğitimi üzerine görüşlerinin iddia edildiği gibi dogmatik bir yapıda olmadığı, endoktrinasyonu ya da zorla öğretimi vurgulamadığı, bu tür yorumların radikal bir yaklaşımdan öteye gidemediği ileri sürülmektedir. Son olarak makalede, Kuhn’un fen eğitimi anlayışının yalnızca bir durum tespiti ya da bir fen eğitimi tasviri olarak değerlendirilmesi gerektiği düşüncesi ön plana çıkarılmaktadır. -/- In this article, Thomas Kuhn’s impact, who is known as a philosopher of science, on science education are mentioned. Science education aims to develop the skills and understanding necessary for science learning, with a focus on developing ideas about science and the nature of science. One of the main purposes of science education is to determine the true nature of science and to determine an education model in this direction. In this context, the concept of paradigm, which Kuhn put forward as a result of his studies on the history of science, has led to a change in views on the nature of science and science education. For Kuhn, science education is the process of conveying the paradigm underlying the current way of doing science to scientists and students because science education is possible only in the normal science period. Kuhn’s educational model is carried out through students who repeatedly try to solve puzzles or problems encountered in relation to the current paradigm. Kuhn’s understanding of science education is seen by Karl Popper, John Watkins and Richard Bailey as a rigid, conservative, dogmatic and indoctrinational education approach with the claim that it prevents critical thinking. In this context, the article primarily examines Kuhn’s thoughts on science education and the reflections of these thoughts in the field of education. Then, it is argued that Kuhn’s views on science education are not dogmatic as claimed, he does not emphasize indoctrination, and that such interpretations cannot go beyond a radical approach. Finally, in the article, it is emphasized that Kuhn’s understanding of science education should be evaluated only as a description of science education. (shrink)
Fen eğitimi ve öğretiminin anahtar unsurlarından bir tanesi bilimin doğasının ve özelliklerinin doğru bir şekilde tespit edilmesidir. Bilimin doğasına yönelik tespitler fen eğitimi yöntemlerini birçok açıdan etkilemektedir. Fen eğitimi ve fen öğretimi ile ilgili olan kişiler bilimin doğasının açık bir şekilde öğretilmesi gerektiğini kabul etmektedir. Thomas Kuhn’un bilim tarihi, bilim felsefesi ve bilim sosyolojisi alanlarını içeren incelemeleri neticesinde ileri sürdüğü bilimin yapısına, işleyişine ve doğasına yönelik tezleri (paradigma, olağan bilim, bilimsel devrimler, eşölçülemezlik, bulmaca çözme, kuram seçimi, keşif ve gerekçelendirme ayrımı) (...) fen eğitimi ve öğretimi alanında sıklıkla başvurulan kaynaklar olmuştur. Bu doğrultuda makalede mantıkçı pozitivist bilim anlayışının bilimin nesnel, evrensel, kesin gerçekleri ortaya çıkaran, sosyal-kültürel değerlerden ve ön yargılardan bağımsız, bilimsel bilginin birikimsel bir şekilde ilerlediği yönündeki iddiası bilimin gerçek doğasını yansıtamadığı düşüncesiyle Kuhn’un görüşleri çerçevesinde tartışılmaktadır. Makalenin temel savı Kuhn’un bilime ve bilimin doğasına yönelik tespitlerinin bilimin gelişen, dönüşen ve değişen yapıdaki gerçek doğasına vurgu yaptığı ve böylece fen eğitiminde sıklıkla başvurulan bilimin doğasına yönelik kavrayışı dönüştürdüğüdür. (shrink)
Bilimi ve bilimsel bilgiyi kültür, değer ve öznel yargılardan izole ederek nesnel bir şekilde ortaya koyabilmeye yönelik hararetli tartışmaların yaşandığı yirminci yüzyıl bilim anlayışının temel gayesi, deney ve gözleme tabi olabilecek fiziki dünyadaki olguları, mantıksal çözümlemeye tabi tutarak birleştirilmiş bilime ulaşmaktır. Bu amaca giden yolda olgulara dayanmayan ve sınanamayan her türlü metafizik öge yok sayılır. Bilimsel bilginin sadece deney ve gözleme tabi olana, diğer bir deyişle olgu verilerine dayandığı iddiasını taşıyan bu düşünce sistemi, özellikle Viyana Çevresi üyeleri tarafından benimsenmiştir. Bu (...) bakımdan Çevre üyelerinin bilimsellik anlayışındaki temel ölçüt olgulara dayanan önermelerin ya da yargıların doğrulanabilmesidir. Bilimsel bilginin sadece olgusal dünyanın gözlemlenmesi ve bu gözlem sonucunda ortaya konulan önermelerin ya da ifadelerin doğrulanmasıyla sağlandığını düşünen Çevre üyelerinin bu savlarındaki amacı bilimi ve onun bilgisini her türlü kültür ve değer alanından uzaklaştırarak metafiziksel unsurlardan arındırılmış nesnel bilgiye ulaşmaktır. Çevre üyelerinin birçoğu bilim alanı içerisinde tartışmaya yol açan meselelerin aslında metafiziksel içerikli ve dolayısıyla bunların görünüşte problemler olduğunu belirterek bu tartışmaların bilimsel bilginin gelişimi önünde bir engel oluşturacağı kanaatindedir (Hızır, 1965, s. 254). Söz gelimi, Carnap’a göre, metafizik ögeler olgusal içeriğe sahip olmadığı ve sınanabilir nitelikte olmadıkları için bilim alanı içerisinde değerlendirilemez. Bu nedenle, metafizik ögeler hem doğrulanması mümkün olmadığı hem de dilin mantıksal dizimine genellikle uymadığı gerekçesiyle anlamsızdır (Öztürk, 2011, s. 155). Bu bakımdan Çevre üyelerine göre, olgulara dayanmayan ve bilimde yanılsamalara yol açan metafizik söylemler bilimden ayıklanmalı ve bilimsel bilgi ancak olgu ve deneye dayanan önermeler üzerinden yürütülmelidir. Öte yandan Çevre düşünürleri mantıksal çözümleme yoluyla olgulara dayanan önermelerin metafiziksel unsurlar içeren önermelerden ayırt edilebileceğini ifade etmiştir. Bu bağlamda metafizik önermeleri, metafizik olmayan önermelerden ayırt edecek ölçütün doğrulanabilirlik olduğunu savunurlar. Çevre üyelerinin bu tutumları bir bakıma bilim ve sözde bilim arasında ayrım yapma ve metafiziği bilimin dışında tutma çabası olarak da değerlendirilebilir (Kabadayı, 2011, s. 39-40). Yirminci yüzyıl bilim anlayışında bilimsel etkinlikte gözlemin ve gözlemi yürüten bilim insanlarının dolaysız öznel duyu verileriyle ilişkili olduğu bu nedenle gözlem verilerinin psikolojizmin etkisinde olduğu fikri ortaya atılır. Başta Neurath olmak üzere dönemin bilim felsefecileri bilimsel bilginin kültür, değer ve psikoloji gibi öznel unsurlardan uzaklaştığı sürece değerli olduğu kanısında olduğu için bu fikre karşı çıkmaktadır (Gillies, 2018, s. 123). Görüldüğü üzere, Çevre üyelerinin temel amacı metafizik önermelerden arındırılmış, olgulara dayanan bir bilime ulaşmaktır. Bu amacın gerçekleşmesine olanak sağlayacak yöntem ise mantıksal çözümlemedir. Bu bağlamda Çevre üyeleri olgulara dayanan ve doğrulanabilen önermelerin, söz dizimi (sentaks) ve anlamsal (semantik) açıdan incelemeye tabi tutulması gerektiğini düşünmektedir (Yardımcı, 2018, s. 13-15). Özellikle Carnap (1935, s. 9-10) doğrulamanın ancak öne sürülen önermenin mantıksal analize tabi tutularak yapılması gerektiğini iddia etmiştir (Irzık, 1962, s. 65). Bununla birlikte, felsefenin işlevi, önermeleri mantıksal analize tabi tutarak yalın hale getirmektir. İşte felsefenin bu yönü Neurath’da bilimin birliği, Carnap’ta ise bilimin sentaksı, yani bilimin mantığı üzerine çalışma anlamına gelir (Hızır, 1965, s. 252). Bilimi, bilim olmayandan ayırma yöntemi olarak kullanılan doğrulama işlemi, teorik bir söylem ve gözlem önermesi arasında yapılan bir işlem olması bakımından mantıksal ve dilsel bir özellik taşır. Buradaki temel sorun ise teorik bir önermenin gözlem önermelerine indirgenebilir nitelikte olması ve gözlem önermelerinin, gözlem ile nasıl ilişki kurduğunu saptamaktır. İşte Viyana Çevresi üyeleri bu ilişkinin protokol önermeleri ile kurulduğu kanaatindedir (Ural, 2012, s. 105-107) çünkü onlara göre; öznelerarası bir bilimin sağlanması için yansız ve anlam karmaşasından arındırılmış bir dil gereklidir (Serin, 2015, s. 55). Bu dil de ancak protokol önermeler aracılığıyla kurulabilir. Bu bağlamda Çevre üyelerinin, metafiziksel ifadeler barındıran önermelerin anlamsızlığı ve bilimleri ortak bir paydada birleştiren fiziksel bir dil oluşturma olmak üzere iki temel hedefinin olduğu söylenebilir (Godfrey-Smith, 2003, s. 25; Salgar, 2012, s. 187). (shrink)
French scientist Henri Poincaré is one of the leading thinkers in the field of philosophy of science with his determinations on science and scientific activity. Poincare's understanding of science is expressed as conventionalist because he asserts that all sciences, including mathematics, consist of conventions and definitions. In this article, Poincare's views on how scientists should evaluate the data obtained from observation and experiment in their studies and the hypotheses that describe the relationships between these data are discussed. In the article, (...) it is also thought that especially Poincare's claims about the structure of science and the nature of scientific activity are important in terms of understanding some scientific views that emerged in the second half of the twentieth century. (shrink)
Özet: Bu yazı Paul Grice’ın 1967 yılında verdiği “Mantık ve Konuşma” başlıklı dersinin Türkçe çevirisinin okunmasına yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Yazıda önce “Mantık ve Konuşma”nın arka planında yer alan dil felsefesi tartışmaları kısaca tanıtılmış sonrasında sezdirimler ve özellikleri, bağlam ve iletişimin ilkeleri gibi metinde geçen temel tartışmalar açıklanmıştır. En sonda ise “Mantık ve Konuşma”nın dil felsefesi ve dilbilimdeki etkilerinden kısaca söz edilmiştir. -/- Abstract: This paper aims at being helpful in reading the Turkish translation of Paul Grice’s 1967 lecture titled “Logic (...) and Conversation”. After introducing some relevant background discussions in the philosophy of language literature briefly, the paper explains the main discussions in “Logic and Conversation” such as implicatures and their features, context and principles of conversation. In the end, some influences of “Logic and Conversation” on philosophy of language and linguistics are briefly mentioned. (shrink)
One of the key elements of science education and teaching is to accurately determine the nature and characteristics of science. Determinations about the nature of science affect science education methods in many ways. Those involved in science education and science teaching agree that the nature of science should be taught explicitly. Thomas Kuhn's theses (paradigm, normal science, scientific revolutions, incommensurability, puzzle solving, theory choice, discovery and justification distinction) on the structure and nature of science, which he put forward as a (...) result of his studies including the history of science, philosophy of science and sociology of science, have been frequently referenced sources in the field of science education and teaching. Accordingly, in the article, the claim of the logical positivist understanding of science is discussed within the framework of Kuhn's views, with the thought that it does not reflect the nature of science. The main argument of the article is that Kuhn's determinations on science and the nature of science emphasize the developing, transforming and changing structure of science and thus he transforms the understanding of the nature of science that is often used in science education. (shrink)
Bilgi çağı olarak nitelendirilen günümüzde, bilginin üretildiği, eğitim-öğretim faaliyetlerinin yapıldığı, öğrenimin gerçekleştiği okullardan, bu çağın gereklerine uygun, özgüveni yüksek bir öğrenci profili yetiştirmesi beklenmektedir. Bu konuda öğrenme iklimi önemlidir. İklim alan yazınında örgüt iklimi ve okul iklimi yerine kullanılan yeni bileşenlerden biri olan, öğrenme yetisini ilgilendiren her türlü faktörü içeren öğrenme iklimi; insan unsurları, öğrenmenin gerçekleştiği sanal ve gerçek mekân özellikleri başta olmak üzere pek çok boyutlarıyla ele alınmakta, öğrenme iklimini ölçmeye yönelik geliştirilen araçlarla ölçümler yapılmaktadır. Elde edilen veriler iyileştirme (...) çalışmalarına kaynaklık etmektedir. Çalışmamızda okul öğrenme iklimi okula bağlılık, öğrenme ortamı, iletişim boyutlarıyla ele alınmıştır. Sosyal Bilişsel Kuramın temel kavramlarından özyeterliğin bir türü olarak, öğrencilerin akademik çalışma gerektiren konularda kendilerine olan öz güvenlerini ifade eden, bu kapsamda öğrenebilmek için bireyin etkili biliş stratejilerini kullanabilme, öğrenme çevrelerini ve öğrenme zamanlarını etkili bir şekilde yönetebilme ve kendi performansını etkili bir şekilde düzenleyebilmesi şeklinde de açıklanabilen akademik özyeterlik, araştırmacılarca farklı boyutlarla ele alınmakta, farklı ölçeklerle ölçümler yapılmaktadır. Çalışmamızda, akademik özyeterlik, bilişsel, sosyal ve teknik boyutlarda ele alınmıştır. İnsanı hayatın akışı içerisinde güçlü kılan asıl unsurlar kendine güven, eleştirel bakış, sosyal ilişkilerde başarı, herhangi bir sportif sanatsal ya da kültürel alana ilgi gibi temel beceriler, öğrencilerin okul ikliminden kazandıklarıyla mümkündür. Bu durumda, okulda iyi bir rüzgâr estirebilmenin, yaşanılası ve sevilesi bir hava oluşturabilmenin, özgün ve eleştirel bir zemine oturabilmenin ancak olumlu ve sürdürülebilir bir okul iklimiyle mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Akademik özyeterliği olumlu besleyen okul iklimi, iklimin etkilediği insan unsurlarının başarısını da beraberinde getirecektir. Pozitif okul iklimi güçlü akademik özyeterlik akademik başarının da en büyük araçları haline gelecektir. Öğrenme iklimini ölçmek, okullardaki kişilerarası ilişkiler, rol modeller, beklentileri vb. boyutlarıyla hayatın kalitesini aynı zamanda öğrencilerin başarısını ve memnuniyetini anlamaya yardımcı olabilmektedir. Bu çalışmanın amacı, yüksek din öğrenim gören öğrencilerin öğrenme iklimi algıları ile akademik özyeterlik ve akademik başarıları arasındaki ilişkiyi incelemektir. Bu çerçevede dört temel araştırma sorusu cevaplanmaya çalışılmıştır: (i) Yüksek din öğrenimi öğrencilerinin öğrenme iklimi ve akademik özyeterlik algıları ne düzeydedir? (ii) Yüksek din öğrenimi öğrencilerinin öğrenme iklimi ve akademik özyeterlik algıları arasında anlamlı ilişki var mıdır? (iii) Yüksek din öğrenimi öğrencilerinin yaş, öğrenme iklimi ve akademik özyeterlik inançları akademik başarılarının anlamlı yordayıcısı mıdır? (iv) Yüksek din öğrenimi öğrencilerinin öğrenme iklimine dair olumsuz algılarına ilişkin görüşleri nelerdir? Karma yöntem ve yakınsak paralel araştırma deseni ile desenlenen araştırmada çeşitleme stratejisi kullanılmıştır. Araştırmada, Türkiye'de devlet üniversiteleri bünyesindeki muhtelif İlahiyat ve İslami İlimler Fakültelerinde yüksek din öğrenimi gören, altı fakülteden, nicel bölümde 1147 öğrenciye Owen ve Froman tarafından geliştirilen, Ekici tarafından Türkçe’ye uyarlaması yapılan Akademik Özyeterlik Ölçeği ve Terzi tarafından geliştirilen, Üniversite Öğrencilerine Yönelik Okul İklimi Ölçeği uygulanırken, nitel bölümde ise aynı fakültelerden 18 öğrenciye görüşme formu doldurtulmuştur. 2019 Mayıs ayında gerçekleştirilen araştırma sonrası elde edilen nicel veri setine normallik testi uygulanmış, verilerin analizinde; Bağımsız Gruplar t Testi, Mann Whitney U Testi, Levene testi, Tek Yönlü Varyans Analizi (ANOVA), Scheffe Testi, Kruskal Wallis H Testi, Pearson product-Moment Korelasyonu, Polyserial Korelasyonu ve Yol Analizi yapılmıştır. Nitel veriler betimsel analizle çözümlenmiştir. Araştırma sonuçlarına göre, yüksek din öğrenimi öğrencilerinin öğrenme iklimi algıları olumsuz çıkmıştır. Yüksek din öğrenimi öğrencilerinin genel olarak Akademik Özyeterlik algıları da olumsuz çıkmıştır. Okul İklimi Ölçeğinin genel ortalaması ile Akademik Özyeterlik Algısı Ölçeğinin genel ortalaması arasında korelasyon orta düzeydedir. Araştırma sonucuna göre elde edilen bulgular alanyazın eşliğinde tartışılmış ve yorumlar sonrası yüksek din öğretiminde pozitif bir öğrenme iklimini sağlayacağı, yüksek din öğretimi öğrencilerinin akademik özyeterliklerini güçlendireceği ve akademik başarılarını artıracağı düşünülen çeşitli çözüm önerileri sunulmuştur. (shrink)
Psikolojinin dinle ilişkisi ortaya çıktığı dönemlerden bugüne kadar “bir dargın bir barışık kardeşler” şeklinde seyrederken, amaçlarındaki ortaklık kaynak ve metodolojilerindeki ayrılık onları üvey kardeşler gibi göstermektedir. Zaman içinde birbirinin varlığını tanıyan bu disiplinler birbirinin bilgi ve uygulamalarından yararlanma yoluna gitmişlerdir. Din ve maneviyatın insanların hayatlarındaki belirleyici etkileri psikolojinin de dikkatini çekmiş ve dini/manevi unsurların psikoterapilere dahil edilmesini gerektirmiştir. Bu makalenin amacı, din-psikoloji ilişkisine psikoterapilerdeki dini izler açısından bakmaktır. Bunun için öncelikle psikoterapilere dini/manevi unsurları dahil etmenin gerekliliği konusu ele alınacaktır. Devamında (...) psikoterapilerle dini/manevi prensip ve pratiklerle entegre edebilmek için psikoterapistlerin sahip olması gereken bilgiler; pratikte psikoterapilerle dini/manevi unsurları bütünleştirirken dikkat edilmesi gerekenlerle çeşitli psikoterapilerde bulunan dini/manevi izler konuları işlenecektir. Makale bu konudaki sınırlı Türkiye çalışmalarıyla birlikte yurt dışında psikoterapileri dini/manevi prensip ve pratiklerle bütünleştiren örnekleri kapsamaktadır. Bu konudaki teori ve pratikler, ülkemize örnek teşkil etmesi bakımından önem taşımaktadır. Makalenin amacı psikoterapilerdeki dini izlere işaret ederek psikolojiyle din arasında aslında o kadar da derin bir uçurumun olmadığını göstermektir. Özet Din ve psikolojinin hedeflerindeki ortak yön bilimsel olarak ortaya konmuş durumdadır. Kültürel, dini, manevi unsurların profesyonel ve klinik psikolojik müdahaleler, psikoterapiler ve ruh sağlığı hizmetlerinde kullanımını ve gerekliliğini vurgulayan ve uygulamalar sunan çok sayıda çalışma mevcuttur. Bu çalışmalarda danışanın dini/manevi kaynaklarının terapi sürecine dahil edilmesi esastır. Bu çerçevede gerçekleştirilen terapilerin özellikle dindar danışanların tedavilerinde, tedavi hedefleri dini görüşleri çerçevesinde ele alındığında olumlu sonuçlar verdiği kanıtlanmıştır. Ancak rahatsızlığın biyolojik boyutunun ve/veya aşırı psikopatolojik olması durumunda sadece dini müdahalelerin yeterli olmayacağı bilinmelidir. Bu makalenin konusu dini/manevi prensiplerin psikoterapilerdeki izlerini sürerek psikoloji ve dinin arasında sanıldığı kadar derin bir uçurumun olmadığını göstermektir. Dünyanın birçok yerinde Batı standartlarında terapi yapılmaktadır. Oysa Doğu insanının ruh sağlığı veya bozukluğunun Batı kriterlerine göre belirlenmesi bazı sakıncaları beraberinde getirir. Dini/manevi yaşantının kültürlerinin önemli bir parçası olduğu toplumların hastalık ve tedavi algısında din belirleyici bir unsurdur. Bozulan ruh sağlığı veya psikolojik rahatsızlıklarda maneviyat önemli ve birincil bir başa çıkma kaynağıdır. Toplumsal ve kültürel gerçeklerle beraber empirik çalışmalar da dua, tövbe, meditasyon, zikir gibi dini uygulamaların ruh ve beden sağlığına olan olumlu etkilerini ortaya koyar. Bu bilgiler ışığında psikoterapilerin sosyo-kültürel açıdan gözden geçirilmesi ve inanç ile dini uygulamaları da kapsayan kültüre duyarlı psikoterapilerin geliştirilmesi önemlidir. Din, inanç, maneviyat gibi konuların psikoterapilerde işlevselleştirilmesinin bir başka gereği bu tecrübelerin insanların hayatları üzerindeki belirleyici etkileridir. Dinin geniş etkisi söz konusuyken sadece psikolojik müdahalelerin insanın psikolojik ihtiyaçlarını gidermede yetersiz kalacağı ortadadır. Dindar danışanlar terapide doğrudan dini uygulamalar bekleyebildikleri gibi dini prensiplere açık ve saygılı, kendi dini inancı hakkında konuşabilen, terapiye dini unsurları katan bir terapisti bekledikleri bulunmuştur. Dini/manevi unsurlarla terapinin bütünleştirilmesi için terapistler din/maneviyat konularında bilgili ve eğitimli olmalıdır. Bununla beraber terapist kendi dünya görüşü, dini bağlılığı ve manevi dünyası hakkında bilgili ve bilinçli olmalıdır. Ancak terapistin de dindar olması veya danışanıyla aynı dini paylaşması gerekmez. Danışanının inancında bulduğu güç ve desteği terapide etkin ve verimli birer kaynak olarak kullanabilmek için terapistin bu unsurlara açık ve anlayışlı olması yeterlidir. Terapistin din konusunda bilgisiz olması danışanın dini önemsemesi durumunda sakıncalı olabilir. Çünkü psikoterapilerde manevi yaklaşım, danışanların ana kaynaklarından birinin maneviyatları olduğuna dayanır. Bu kaynak terapide danışanının sorunlarıyla ve engelleriyle başa çıkmasına yardımcı olabilir. Danışanın dini ve kültürü hakkında bilgi sahibi olunması danışanın algı ve kabullerini öğrenmek adına da önemli olabilir. Çünkü insanların hastalık anlayışları, ruh hastalığının sebepleri hakkındaki inanışları, sağlık sisteminden beklentileri önemlidir ve terapi seçimiyle yardım arama yollarını etkiler. Psikoterapiyi manevi/dini prensiplerle entegre ederken terapistlerin bir takım etik prensiplere uymaları gerekir. Aynı zamanda psikolojik rahatsızlığın kaynağı ve derecesi de önemlidir. Dini ritüellerin ve manevi müdahalelerin faydaları yaygın olsa da her halükârda her vakada dindarlığın/maneviyatın sorunun mu çözümün mü bir parçası olduğuna bakılmalıdır. Dindarlığın/maneviyatın terapi sürecine dahil edilip edilemeyeceğine belirli kriterlere göre karar verirken kişinin dini/manevi yaşantısı hakkında bilgi toplamak (manevi anamnez), uygun dini yöntem ve müdahalelerin seçilmesinde faydalı olacaktır. Bugün psikoterapilerde anlam, hayatın amacı, yaşam biçimi, başa çıkma gibi konulara yer verilmektedir. Aslında bunlar dini geleneklerin de binlerce yıl öncesinden çözüm yollarıyla birlikte ortaya koydukları konulardır. Örneğin, ruh sağlığı çalışanları için belirlenmiş etik prensiplerin dini öğretilerle büyük ölçüde örtüştüğü görülür. Kişi merkezli psikoterapi yönteminde önerilen tutum ve ilişki şeklinin dini öğretilere bakıldığında insan ilişkilerinin tamamı için ön görüldüğü anlaşılır. 1960’larda başlamak üzere psikoterapide Budist öğretilere bir ilgi gözlemlenir. Budist zihin egzersizleriyle (özellikle meditasyon) kendilik algısında dönüşümler ve kalıcı bilinç değişimleri elde edilebilir. İslamiyet, Yahudilik ve Budizm gibi farklı dinler tefekkür, zikir, yoga gibi meditasyon teknikleri önerir. Katolik kilisesinde günah çıkarma olarak anılan ritüelin psikoterapideki katarsis ile benzer yanları vardır. Birçok kültürde günah itiraflarında bağışlama ritüellerinin bir şekli bulunur ve bu ritüellerin insana iyi geldiği açıklanır. Bağışlama, psikolojik ve manevi boyutları olan kompleks bir meseledir ve bilişsel, duygusal, ilişkisel ve manevi süreçleri içerir. Bu bakımdan çok sayıdaki araştırmalarda bağışlamanın dini ve psikolojik işlevlerine dikkat çekilir. Dua, şükür, umut, empati, sevgi, hoşgörü gibi birçok konu psikoterapiyle din/maneviyatın ortak ilgi alanında bulunur. Farklı psikoterapi yaklaşımlarıyla beraber özellikle pozitif psikoloji dini/manevi açıdan da değerli bulunan bu erdemleri teori ve uygulamalarına dahil etmiştir. Sonuç itibariyle, ilk bakışta aralarında derin uçurumlar var gibi görünen psikolojiyle din ve maneviyatın arasında aslında birçok ortak nokta bulunmaktadır. İnsanların zor zamanlarında dine ve maneviyata yönelmeleri bu alanları terapi sürecine dahil etmeyi kaçınılmaz kılmaktadır. Çünkü dinler, özellikle zor zamanlarda umut, anlam, başa çıkma yolları sunmaktadır. Bu gerçek, yurt dışında fark ve kabul edilerek psikoterapilerle dini/manevi uygulamaları entegre etme hareketini doğurmuştur. Bu yabancı kaynakların ülkemiz için ilham kaynağı olması ümit edilmektedir. (shrink)
Kur’ân-ı Kerim, Allah’u Teâlâ tarafından Peygamber Efendimiz aracılığı ile insanlığa iletilmiş olan bir hidayet kaynağıdır. Okunmasıyla ibadet edilen Kur’ân-ı Kerim’in insanlar tarafından anlaşılması onun tefsiri ile mümkündür. Bununla birlikte Kırâat İlmi de Kur’ân’ın anlaşılması için bilinmesi gereken ve âyetlerin tefsirinde kullanılması gereken önemli ilimlerden birisidir. Kur’ân-ı Kerim kelimelerindeki telaffuz değişikliklerini konu edinen kırâat ilminin tefsir ilmi ile irtibatlı olduğu aşikârdır. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim’i açıklayan tefsir kitapları ve tefsir âlimleri, kırâatlerden destek almışlar ve âyetlere mana verirken farklı kırâatleri göz önünde (...) bulundurarak anlam zenginliğini sağlamışlardır. Sahih olan kırâatlerin yanında sahih olmayan kırâatler de âyetlerin anlaşılmasında yardımcı olarak kullanılmıştır. Kur’ân kelimelerinde söz konusu olan bu değişiklikler tefsir eserlerinde farklı şekillerde ele alınmış ve incelenmiştir. Kur’ân’ın anlaşılması için kaleme alınan tefsirlerden birisi olan Celâleyn Tefsiri de; kısa, öz, anlaşılır ve çokça istifade edilen bir eserdir. Celâleyn tefsiri aynı zamanda âyetler anlaşılmaya çalışırken kırâatlerin de incelendiği, farklı şekillerde ele alındığı önemli bir tefsir eseridir. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı Celâleyn tefsirinin kırâatler açısından incelenmesi, kırâat ve tefsir ilimleri açısından önem arz etmektedir. Bu çalışmada, Celâleyn Tefsirinde kırâatlerin nasıl kullanıldığı, kırâatlere değinilirken onların nasıl zikredildiği, hangi yönler ile kırâatlere yaklaşıldığı gibi konular değerlendirilmeye çalışılacaktır. (shrink)
İnsanın hal ve hareketleri onun nasıl bir karaktere sahip olduğunu dışa yansıtmaktadır. Bu yüzden hal ve hareketler kişiyi tanımamızda yardımcı olur. Yüce Allah, Kurʹân-ı Kerim’de ashâbü’l-yemîn ve ashâbü’l-meymene gibi ifadeler kullanmış ve bu ifadelerle bir takım insanları kast etmiştir. Kastedilen iyi insanların vasıfları bu ifadelerden hemen sonra zikredilmiştir. Bu da Allah’ın sağ tarafa önem atfettiğinin göstergelerindendir. Hal ve hareketleri bakımından sevilen Hz. Peygamber, Müslümanlar için örnek kabul edilmiş ve onun emir ve tavsiyeleri harfiyen uygulanmaya hassasiyet gösterilmiştir. O, sağ taraf ile (...) faziletli ve hayırlı işleri, sol taraf ile de nahoş olan fiilleri yapmış ve bunu teşvik etmiştir. Sahâbe de bunu hem uygulamış hem de sonraki nesillere aktarmaya azami gayret göstermiştir. Daha sonra onun bu yöndeki tavsiye ve uygulamaları fıkıh âlimleri arasında kural haline gelmiştir. Hz. Peygamber’in sağ tarafla ilgili sözleri, uygulamaları ve tavsiyeleri hadisler vasıtasıyla bize aktarılmıştır. Böylece günlük hayatta başta olmak üzere ibadetlerde sağ tarafa ehemmiyet göstermiştir. Bu çalışmada Hz. Peygamber’in sağ tarafı önemsemesinin ve sağ tarafa öncelik vermesinin, beşerî ya da nebevî olup olmaması tartışmasına değinilecektir. Daha sonra Arapça iki kavram olan yemîn ve yesâr kavramlarının tarifi ele alınacak, abdest alırken sağ el ve ayakların önce yıkanmasının, tek kişinin imamın hangi tarafında durmasının ve teşehütte otururken sağ el ve sağ ayağın konumunun hükmü gibi konuların hükmüne işaret edilecektir. (shrink)
Montessori eğitim metodu, özellikle okul öncesi eğitim olmak üzere, eğitimin farklı kademelerinde benimsenmiş ve uygulanmıştır. Montessori eğitim metodunun, geleneksel eğitimden öğrenci, öğretmen, disiplin, okul ortamı, kullanılan materyaller ve gelişim özelliklerine yaklaşım noktasında farklılaştığı kabul edilmektedir. Daha çok genel eğitimde uygulanan Montessori metodu, din, değer ve ahlak eğitiminde de kullanılmaktadır. Bu araştırma, Amerika Birleşik Devletleri Indiana Eyaleti’nde bulunan Montessori okullarını konu edinmektedir. Çalışmada, nitel araştırma yöntemi kapsamında fenomenolojik yaklaşım benimsenmiş olup, veri toplama aracı olarak gözlem, görüşme ve doküman incelemesi kullanılmıştır. Çalışmanın (...) konusu, maksimum çeşitlilik ve kartopu yoluyla seçilen Montessori eğitmenlerinden oluşan çalışma grubu ile Montessori metodunda din, değer ve ahlak eğitimini tartışmaktır. Araştırmaya katılan Montessori okullarında yapılan gözlemler ve bir okula ait program incelemesi araştırma bulgularının yorumlarında yardımcı olarak kullanılmıştır. (shrink)
Türk İslam Edebiyatında, dinî-tasavvufî muhtevalı çok sayıda telif veya tercüme nasihatname kaleme alınmıştır. İslam kültürü ve klasik Türk edebiyatı dairesinde manzum ya da mensur formda yazılan bu eserlerde İslam inanç ve ibadet esasları hakkında bilgiler verilmiş; insanların ahlaklı, imanlı, dinin emir ve yasaklarına riayet eden, Hz. Peygamber’in hadislerini önceleyen, yardımsever ve hoşgörülü bir birey olmaları öğütlenmiştir. Bu nasihatnamelerden biri, farklı nazım türleri ve şekillerinden oluşan manzumelerin vasıta beyitleriyle birbirine bağlandığı Gencü’l-Esrâr’dır. Sufi geleneğin bir halkası olan müellif Gaziantepli Seyyid Muhammed Ali (...) Rıza, cennet mefhumunu çeşitli yönlerden ele alarak müritleri irşat etmeye gayret göstermiştir. Kimi zaman ayet ve hadisleri iktibas ederek ikna ve delil tekniğiyle sözünü güvenilir kılmış; kimi zaman da edebiyat sanatının unsurlarıyla ferdî cennet tasavvurunu harmanlayarak, insanların cennete vasıl olabilme arzularını artırmaya çalışmıştır. Gencü’l-Esrâr’da, cennet mefhumunun hangi boyutlarda ve suretlerde tasvir edildiğini ortaya koymayı hedeflediğimiz çalışmamızda öncelikle cennet ile ilgili veriler tespit edilerek sınıflandırılmıştır. Seyyid Muhammed Ali Rıza’nın cennet tasavvuru ve tasvirine dair bir çıkarımda bulunmamıza yardımcı olabilecek her türlü bilgi, yorum ve anlatı “Cennetin Fizikî Tasviri ve Muhtevası”, “Cennet İsimlerinin, Çeşitlerinin ve Kapılarının Tasviri”, “Cennet Sakinlerinin Tasviri” ve “Esrârî’nin Cennete Kavuşma Aruzusunu Dile Getirişi” olmak üzere dört başlık altında incelenmiştir. Makalede ayrıca, cennetin tasvir ve tahkiye edildiği bölümlerde müellifin başvurduğu anlatım teknikleri ve sergilediği anlatım üslubu da ortaya konmaya çalışılmıştır. (shrink)
Ortaçağ İslam Dünyasında yöneten ve yönetilenler arasındaki bağı âlimler sağlamaktaydı. Sultan ve emirin halka adaletle muamele etmesini, Kuran-ı Kerim ve Sünnet-i Şerife göre yaşamasını ve toplumsal hayatı düzenlemesine yardımcı olurdu. Zaman içerisinde yöneticilerde görülen kusurların ortaya konulmasına yönelik çözüm önerileri sunan âlimler, eserler kaleme almaya başlamış ve bu eserlere siyasetname ve nasihatname denilmeye başlanmıştır. Bu eserlerden bazıları gayet hacimli olup sultana arz edilmekteydiler. Bazısı ise risale şeklinde ve daha kısa yazılarak toplumun huzurunu bozan veya toplumda çok acil çözülmesi gereken unsurları (...) ihtiva etmekteydi. Selçukluların XI. Yüzyıldan itibaren İslam Dünyasına geniş bir hâkimiyet sahası oluşturmaları üzerine siyasetname telifi artmıştı. XIII. Yüzyıl hadis âlimlerinden Ziyâeddin el-Makdîsî’nin yaşadığı Eyyubiler Dönemine kadar bu eser yazım türü yaygınlık kazanmıştır. El-Makdisî, Dimaşk Eyyubî meliki el-Melikü’l-Eşref Musâ’nın düşkün bir hayat sürmesi üzerine özellikle toplumda bozulmalar meydana gelmesi ve devlet yönetiminde zaafa düşülmesi gibi sebeplerle bir nasihatname yazmış ve halkın üzerindeki olumsuz etkileri azaltmayı gaye edinmiştir. Nasihatname sultanın konumuna uygun, yumuşak bir dille ve nazik bir üslupla kaleme alınmış olup eserde ayet ve sahih hadislere yer verilmiştir. (shrink)
Carl Schmitt, yirminci yüzyılın en ihtilaflı düşünürlerinden biridir. Politik olana dair görüşleri başta olmak üzere hukuk, tarih ve edebiyat gibi alanlarda ürettiği fikirlerle büyük önemi haizdir. Politik tavır alışlarından dolayı çoğu yazar tarafından tepki gösterilen bir isim olsa da kimi mühim araştırmacının, çağdaş politik krizlere çözüm bulma gayeleriyle Schmitt’e başvurması, onu sıklıkla gündeme gelen bir isim hâline getirmiştir. Böylelikle düşünür, dünya genelinde ve Türkiye özelinde hukuk ve politika eksenli tartışmaların daha iyi anlaşılması için değerlendirilir olmuştur. Felsefeciler, hukukçular ve siyaset bilimciler (...) olarak üç ana hatta tasnif edilebilecek araştırmacılar, bilhassa 2000 sonrası dönemde Schmitt çalışmalarına yoğunlaşmıştır. Yoğunlaşan akademik çalışmaların ivmesi Türkiye’de de bir moment oluşturmuş ve Türkçe literatürün sahip olduğu materyal giderek genişlemiştir. Bu bağlamda düşünüre ve görüşlerine yönelik kitaplar, kitap bölümleri, makaleler, tezler ve benzeri doküman kaleme alınmış; yine kitaplar ve makaleler gibi dokümanların da çevirileri yapılmıştır. İşbu bibliyografya çalışması, mevzubahis Schmitt eğiliminin neticesinde üretilen akademik çalışmalara odaklanıp ilerleyen süreçte yapılacak yeni çalışmalara bir literatür taraması olarak yardımcı olma gayesi gütmektedir. (shrink)
Bir metni anlama ve yorumlama konusunda hem hıristiyan dünyası hem de İslâm âlemi kendi kitaplarına olan inancın mahiyetine uygun bir disiplin geliştirmiştir. Modern dönem hermenötikte derin iz bırakan isimlerden biri olan Schleiermacher, Yeni Ahit (İnciller)’i anlama ve yorumlamada gramatik ve psikolojik yöntem olmak üzere iki yöntem önermektedir. Bu çalışmada hıristiyan bir teolog olan Schleiermacher’in psikolojik yöntemi (hermenötiği) hakkında bilgi verilmiş ve bu yöntemin tefsîr usûlündeki ilimlerle benzerliği ve kesiştiği noktalar tespit edilmeye çalışılmış, bu yöntemi Kur’ân’a uygulamanın imkânına dair bir değerlendirme (...) yapılmıştır. Bu hedef doğrultusunda öncelikle Hıristiyanlık ve Müslümanlıktaki kutsal kitap anlayışı hakkında bilgi verilmiştir. Akabinde Schleiermacher’in psikolojik yönteminde önerdiği sezgisel ve karşılaştırmalı metodun, psikolojik ve teknik görevin tanımı yapılmış ve muhtevası açıklanmıştır. Son kısımda, söz konusu metotların Kur’ân’ı anlamaya ve yorumlamaya katkısının olup olmayacağı değerlendirilmiş ve bu metotların bir benzeri İslâm ilim geleneğinde veya tefsîr usûlünde bir ilim olarak teşekkül etmişse bu da belirtilmiştir. İlaveten bu bölümde Kur’ân metnine doğrudan uygulanması mümkün olmayan psikolojik yöntemdeki metotların tefsîrlere uygulandığında tefsîrlerdeki öznelliği, yakın ve uzak te’vîlleri belirlemeye yardımcı olup olmayacağına dair bir görüş bildirilmiştir. (shrink)
Ölüm kaygısı varoluşsal sorunların başında gelmektedir. Dindarlık ise ölüm kaygısıyla baş etmede önemli bir işlev görmektedir. Bu çalışmanın temel amacı, ilişkisel ve deneysel araştırmaları sistematik olarak gözden geçirerek dindarlık ve ölüm kaygısı arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir. Ele alınan araştırmalar, iki önemli sonuca dikkat çekmektedir. Birincisi, dindarlık ve ölüm kaygısı arasında oldukça tutarsız sonuçlar olmasına rağmen, özellikle içsel dini yönelim ölüm kaygısı ile olumsuz ilişkilidir. İkincisi, ölümlülük belirginliği dindarların dinî inançlarını daha da arttırırken, dindar olmayanlar üzerinde tutarsız sonuçlar üretmektedir. Öte yandan, bu (...) araştırmaların önemli bazı eksiklikleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, metodolojik zayıflıklardır. Araştırmalarda kullanılan dindarlık ve ölüm kaygısı ölçümleri çok çeşitlilik göstermekte ve bunların güvenilirliği ve kültürler arası geçerliliği sorun olabilmektedir. Dindarlığı ve ölüm kaygısını örtük olarak ölçmek bu sorunu çözmeye yardımcı olabilir. İkinci önemli eksiklik, deneysel çalışmaların çok az sayıda olması ve olanların da çoğunlukla Yahudi-Hristiyan dinî gelenekten gelen katılımcılarla yapılmış olmalarıdır. Çalışmaların büyük çoğunluğunun Yahudi-Hristiyan dinî gelenekten gelen katılımcılarla yapılmış olması, dinî çeşitliliklerin ve özgünlüklerin göz ardı edilmesine neden olduğu söylenebilir. Dolayısıyla farklı dinî ve kültürel geleneklerden çalışmaların (özellikle deneysel) yapılması bu kısıtlılığın giderilmesi adına bir ihtiyaç olarak durmaktadır. (shrink)
Modernite, üzerine oturduğu ilkeler bağlamında çok genel olarak bireylerin toplumla ilişkisini ya keskin bir bireyselleşmeyi teşvik etmek ya da taşıdığı pek çok riskten dolayı bireysel özgürlükleri çelişkili bir şekilde yeni bağıntılara teslim etmek yönünde iki türlü etkilemiştir. Modernleşme sürecinde din bu sosyal değişmelerden sadece geleneksel ve gündelik kalıpları bağlamında değil; kamusal alana karşılık gelen boyutları yönüyle de önemli şekilde etkilenmiştir. Bu çalışma Sivas Cumhuriyet Üniversitesi örnekleminde örgütlü ve resmî bir din alanı olarak ilahiyat fakültelerinde din ve modernleşme ilişkisini incelemiştir. Araştırmanın (...) amacı bugün ilahiyat fakültelerindeki modernleşmenin bireysel kimliğe bakan yönlerini din ve dünya tasarımları, çoğulculuk, yaşam tarzlarına bakış, toplumsal cinsiyetle ilgi tavırlar, tüketim gibi kimi kavramlar üzerinden anlamak ve açıklamaktır. Bu hedefler doğrultusunda makalede katılımcıların modernleşmeye bağlı tutum ve davranışları ile kitabi İslam’ın din teorisi, politik sekülarizm, küreselleşme, sosyoekonomik ve kültürel çevreleri arasında ne tür ilişkiler olduğu problematize edilmiştir. Nitel bir yöntem dâhilinde araştırma bir “tekil olay” incelemesi olarak planlanmıştır. Yarı-yapılandırılmış mülakat soruları yardımıyla farklı sınıflardaki erkek ve kız öğrencilerden oluşan bir örneklem gruptan “sorun merkezli görüşme”, “anlatı”, “katılımlı gözlem” gibi tekniklerle elde edilen veriler kuramsal olarak etkileşimci, etnometodolojik ve fenomenolojik perspektiflerden çözümlenmiştir. (shrink)
"Bringing the concerns of different communities together in a single volume makes it possible to appreciate the mosaic of human issues more fully and forces us to anticipate the challenges that may arise -- and that will require our attention -- as the genetic revolution proceeds." -- JAMA "A cautious look at the effects of genetic discoveries on society... The issues raised by this book are valid, and all scientists should be aware of them. I often found myself nodding in (...) agreement." -- New England Journal of Medicine. (shrink)
Linguistic synesthesia (or synesthetic/intrafield/crossmodal metaphor) refers to crossmodal instances in which expressions in different sensory modalities are combined as in the case of sweet (taste) melody (hearing). Ullmann was among the first to show that synesthetic transfers seem to follow a potentially universal hierarchy that goes from the so-called “lower” (i.e., touch, taste and smell) to “higher” senses (i.e., hearing and sight). Several studies across languages, cultures, domains and text types seem to support the hierarchy in linguistic synesthesia despite some (...) crosslinguistic differences and varying explanations . To extend results to an underrepresented language and thus, to test the universality of the crossmodal hierarchy, 5,693 token cases of linguistic synesthesia in written and spoken Turkish were investigated using a general-purpose, large corpus. Token, type, and hapax legomena frequencies showed that although three backward and thus, hierarchy-inconsistent transfers (i.e., from taste to touch, from sight to smell and from sight to hearing) were more frequent than their hierarchy-consistent counterparts, forward transfers in the canonical direction were more frequent overall than the backward transfers in Turkish. We conclude that Turkish linguistic synesthesia complies with the hierarchy as a descriptive generalization. Results are discussed in comparison to the crossmodal use of sensory words in other languages. (shrink)