Düşünce tarihinin neredeyse her döneminde insanı ahlaki bir faile dönüştürebilmek amacıyla çeşitli kuramlar geliştirilmiştir. Bu kuramlarda genel olarak insanın ahlaki bir ilkeyi kendi eylemsellik alanına tatbik etmesi için gerekli olan şeyin ve erdemli davranışlarla erişilmesi hedeflenen mutluluğun ne olduğu üzerine bir düşünme faaliyeti gerçekleşir. Geliştirilen yanıtlar arasında şüphesiz çok seçkin bir yere sahip olan kuram, Kant’a aittir. Kant’a göre doğa alanında eğilim ve isteklere bağlı davranışlarla amaç olarak mutluluğa ulaşmak, insanı ahlaklı kılmaz. Bu bakımdan, insanı mutlu kılan şeyin değil, onu (...) iyi yapan, bir ahlaki faile dönüştürmenin olanağını soruşturur. En yüksek iyiyi gerçekleştirmeyi, eğilim ve isteklere bağlı bir amaç olarak belirlenen çeşitli türden mutluluklara ulaşma çabasıyla eşitleyen tüm anlayışlar karşısında Kant, en yüksek iyiyi gerçekleştirmenin ilk koşulunu ahlaklılık, ikinci koşulu olarak –birinci koşul sağlandığı takdirde- ortaya çıkacağına inandığı mutluluk olarak belirler. Ona göre yalnızca ahlak yasasıyla belirlenen erdemli davranışların sonucunda gerçekleşeceği beklenen, aklın bir ideali olarak mutluluk insanı ahlaklı kılabilir. Nitekim özerk bir biçimde kendisi için koyduğu yasayla, akıl sahibi bir varlığını kişilik sahibi bir varlığa dönüştüren insan aynı zamanda ahlaki değer taşıyan davranışlarda bulunmanın sonucunda hep bir beklentisi olan bir varlıktır. İnsanın bu beklentisine yanıt, dinden gelir. Burada Kant, geliştirdiği ahlak öğretisinin mutluluk öğretisi olarak da adlandırılabilmesinin koşulunu ortaya koyar. Buna göre sırf akıl talep ettiği için insana ödevler yükleyen yasa zemininde temellenen en yüksek iyiyi gerçekleştirme isteğiyle, aklın yasa koyuculuğu altında yaşadığımız için içimizde doğan iyiyi gerçekleştirme arzusuyla dine yönelindiğinde ancak ahlak öğretisi bir mutluluk öğretisi olabilir. Bir başka deyişle, yalnızca ahlaklılık temelinde tesis edilen bir dinsellikle mutluluk ahlaki kılınabilir. Bu yazıda mutluluğun nasıl ahlaki kılınabildiği ya da mutluluğa layık olabilmek için ne yapılması gerektiği konusu irdelenip, en yüksek iyiye yönelen insana yüklenilen ödevlerin tanrısal buyruklar olarak benimsenmesiyle mutluluktan pay alma umudunu doğuran ahlak temelli din anlayışına dikkat çekilmektedir. (shrink)
Modern politika tanımlarında hâkim kavramlardan söz etmek olasıdır. Bu kavramlar arasında; iktidar, şiddet, hiyerarşi, güvenlik, kaynak dağıtımı öne çıkanlardır. Politika, birçoklarına göre, iktidarın ve gücün nasıl dağıtıldığı ve kullanıldığıyla ilgilidir. Politika, salt iktidarla ilişkili bir biçimde tanımlandığında, şiddet, politikanın etkili araçlarından birisi gibi görünür. Hatta daha ileriye gidilerek, şiddet, iktidarın dışavurumu olarak görülür. C. W. Mills’in, “siyaset iktidar mücadelesinden ibarettir; iktidarın nihai biçimi ise şiddettir” ya da Mao Zedong’un “siyaset, kan dökülmeyen savaş; savaş ise kan dökülen siyasettir” sözleri, siyaset ile (...) şiddetin birlikte düşünülmesinin en tipik örnekleridir. Hükmetme sanatı, iktidar elde etmek ve iktidarı azamileştirme biçiminde tanımlanan siyasetin, şiddeti meşru görmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu tanımdan hareket edenler, en iyi ihtimalle, meşru ve gayrı-meşru şiddet arasında bir ayrıma yönelirler. Bu ayrım da şiddetin politik bir etkinlik olarak meşrulaştırılmasını onaylar. Siyaseti, iktidar ve şiddet üzerinden tanımlayan hâkim yaklaşıma dönük eleştiriler de vardır. Siyaseti başka türlü tanımlamanın imkânı olup olmadığı sorusundan hareket eden bu yaklaşımlar, alternatif bir politika anlayışı ortaya koymaya çalışırlar. Bu tip politika anlayışına sahip düşünürlerin başında Hannah Arendt gelmektedir. Sahte ve sahici politika ayrımından hareket eden Arendt, sahici politikanın merkezine eylemi yerleştirir. Eylem, insanların kendilerini gerçekleştirmesini, sahici kılmasını, diğer insanlarla birlikte yaşamasını sağlayan süreçleri başlatma ve kesintiye uğratma yetisidir. Bu bakımdan politika, birlikte yaşama, kamusal meseleler hakkında tartışma ve ortak dünya için eylemde bulunma etkinliğidir. Kamusal alanda, eşitlerinin gözü önünde eylemde bulunma kişinin benzersizliğini göstermesine neden olur. Bu bakımdan, eşitlik ve çoğulluk politikanın koşuludur. Arendt, sadece eylemi değil, “söz”ü de politikanın merkezine yerleştirir. Arendt için politik yaşam, eyleme dökülmüş söz üzerine kuruludur. Politikanın söz ile ilişkilendirilmesi, açıktır ki, şiddeti dışlar. Arendt’e göre şiddet dilsizdir ve hiçbir zaman politikanın merkezi olan eyleme dökülmüş sözün neden olduğu süreç başlatma ve yaratıcı olma özelliğine sahip değildir. Bu çalışmanın amacı, politikayı Arendt’le birlikte yeniden düşünmenin, yeni bir politika tanımı için sağlayacağı imkânları tartışmaktır. (shrink)
Bu makale, (i) İslamofobik söylemin Amerikan siyasetinin ayrılmaz bir parçası haline nasıl geldiğini, (ii) İslam ve Müslümanlar hakkındaki Amerikan siyasi söyleminin, özellikle 11 Eylül terör saldırılarından sonra İslamofobinin artışını nasıl etkilediğini, (iii) ve daha önemlisi, İslamofobinin Amerikalıların desteğini toplamak ve Amerikan askeri işgalleri de dahil olmak üzere Amerikan emperyal emellerini haklı çıkarmak için nasıl bir araç siyasi olarak kullanıldığı incelerken, Amerikan Müslümanların İslamofobi ile alakalı problemlerinden bir tanesini analiz etmektedir. Çeşitli raporlara ve anketlere göre, İslamofobi 2001'den beri sürekli artış gösteriyor. (...) Bu durum ise, Amerikalı Müslümanların, sürekli artan İslam karşıtı duygu ve nefretin üstesinden gelmesini daha da zorlaştırıyor. Bir soru ortaya çıkıyor: Amerika bağlamında İslamofobinin tarihi 11 Eylül terör saldırılarıyla mı başlıyor? 11 Eylül saldırıları İslamofobiye yeni bir ivme kazandırsa ve o zamandan beri yükselişte olsa da, İslamofobinin tarihi Amerikan Oryantalizminin tarihi kadar eskidir. Bu nedenle makale, kabul edilen Oryantalizm ile Müslümanlar ve İslam'a ilişkin Amerikan siyasi retoriği arasındaki sürekliliği incelemektedir. 11 Eylül sonrası sadece Müslümanlara yönelik Amerikan siyasi söylemi değil, aynı zamanda başkanlar tarafından imzalanan yönetmelik ve kanunlar da kabul edilen Oryantalizmin devamlılığı tezahüründedir. Dikkat çekici bir şekilde, Edward Said'in Oryantalizm teorisinin temel kabulleri ile 11 Eylül'den sonra ortaya çıkan İslamofobik siyasi söylem arasında bir paralellik vardır. Bu açıdan makale, Amerikalılar arasında İslamofobinin yükselişinin ve 11 Eylül sonrası Müslümanlar ve İslam hakkındaki Amerikan siyasi söyleminin (güç) nasıl birbirine bağlı ve ayrılmaz bir şekilde içiçe olduğunu göstermek için Edward Said'in güç bağlamında Oryantalizm söylem analizinden bir yöntem olarak yararlanıyor. Daha spesifik olarak, siyasi söylem, “biz” ve “onlar” söylemini yeniden çerçevelerken Müslümanları “terörist”, “aşırılıkçı” ve “düşman” olarak damgaladı. Ayrıca Müslümanlar, Amerikan çıkarlarına ve emperyal politikalara hizmet eden “iyi” Müslümanlar ve emperyal çıkarlara hizmet etmeye gönülsüz olan “kötü” Müslümanlar olarak kategorize edilmektedir. Bu çerçevede, oryantalist sömürgeci Müslüman temsiller Amerikan siyasetinin bir parçası haline gelmiştir. Müslümanlara ve İslam'a yönelik siyasetin beslediği bu ayrıştırıcı ve küçültücü söylemler, Amerikan toplumunda İslamofobiyi normalleştirmekte, Müslümanları marjinalleştirmekte ve onlar için ikinci sınıf vatandaşlık yaratmaktadır. Bu çalışma, Batılı sömürgeci zihniyetin vazgeçilmez bir aracı olan Oryantalizm ile 11 Eylül'den sonra İslam karşıtı söylemlerle sertleşen Amerikan siyasi söylemi arasındaki ilişkiyi analitik olarak açıklarken, Amerika'nın Müslümanlara yönelik siyasi söyleminin İslamofobiyi nasıl desteklediğini göstermektedir. (shrink)
Siyasetnâme türü eserler, genel itibariyle, hükümdarlara siyaset sanatının inceliklerine dair tavsiyeler vermek amacıyla kaleme alınmışlardır. Siyasetnâmelerin bir diğer amacı deneyime dayalı devlet idaresi ile yöneticilerin görevlerinin tanımlanması ve sınırlarının belirlenmesi olduğundan yazıldıkları dönemin pratik ahlakını yansıtırlar. Bu yönüyle de bir anlamda idareciler için kaleme alınmış el kitaplarına benzerler. Devrin siyaset anlayışının gözlemlenebileceği siyasetnâme türü eserlere dair bir diğer husus, iktidarın siyasî meşruiyetini veya geçersizliğini, aynı şekilde taht müddeilerin haklılığını veya asiliğini ispat etmek için kutsal metinlerden dayanak aranmasıdır. Bu amaca yönelik (...) olarak Kur’an-ı Kerim’den deliller getirilmeye çalışılmış ve hadis literatürü savunulan görüşün desteklenilmesi adına kullanılmıştır. Esasen din ve siyasetin kardeş kabul edildiği Orta Çağ’da dinî öğelerin devlet yönetimine dair eserlere konu edilmemesi düşünülemezdi. Burada önemli olan nokta, ayet ve hadislerin zaman zaman bağlamlarından çıkarılarak müellifin veya eserini takdim ettiği yöneticinin ideolojisini destekleyecek şekilde yorumlanıp açıklanmaya çalışılmasıdır. Biz de bu çalışmamızda, İslam kültür ve medeniyeti içerisinde ortaya çıkmış ve ona has bir tür olan siyasetnamelerden seçilen dört örnek üzerinden bu çalışmalarda yer verilen ayet ve hadislerin hangi konularda kullanıldığını ortaya koymaya çalışacağız. Böylelikle ileride bir ayet veya hadisi merkeze alarak yapılabilecek çalışmalara altyapı hazırlamayı amaçlamaktayız. Özet: İslam tarihinde ilk siyasi görüş ayrılıkları Hz. Muhammed’in vefatının hemen ardından yaşanmıştır. Bu görüş farklılıkları Müslümanların büyük çoğunluğunun Hz. Ebû Bekir’in ismi üzerinde uzlaşmasıyla çözümlenmiştir. Müslümanlar, üçüncü halife Hz. Osman’ın yönetiminin ikinci yarısına kadar özellikle fetih düşüncesinin birleştirici gücü etrafında bir araya gelmiştir. Bununla birlikte büyük oranda ekonomik temelli sorunlar neticesinde İslam toplumunun içerisinde bulunduğu sükûnet dönemi son bularak yerini anlaşmazlıklara bırakmıştır. Anlaşmazlıklar çatışmaya dönüşmüş ve nihayetinde Hz. Osman’ın başkent Medine’de katlinin ateşlediği ayrışma fitili Cemel ve Sıffîn Savaşları, Hâricîlerin ortaya çıkması, Şia’nın oluşumu ve sonrasında derinleşen fikrî ayrışmalarla birlikte büyük bir yangına dönüşmüştür. Siyasi tartışmalar neticesinde derinleşen fikrî ayrışmalarla birlikte İslam tarihi farklı dinî görüş ve inanışların çatışmasına sahne olmuştur. İslam siyaset düşüncesinde özellikle ilk iki yüzyıllık süreç fakihler, muhaddisler ve mütekelliminin görüşleri etrafında şekillenmekteydi. Bu dönemde yaşanan görüş ayrılıklarında kendi fikrini haklı gösterme çabasına girenlerin başvurduğu ilk kaynaklar Müslümanların bütün fiillerinde belirleyici unsur olarak kabul ettikleri Kur’an-ı Kerim ve hadis literatürü olmuştur. İslam dininin iki ana kaynağı olan Kur’an ve hadisler üzerinden temellendirilen görüşler halkı etkileme, yapılanları meşrulaştırma ve muhaliflerin iddialarını çürütme amacıyla kullanılmıştır. Ancak Türkler ve Farsların devlet kademelerinde bürokrat ve asker olarak görev almaları ve devlet içerisinde etkin bir konuma gelmeleriyle siyaset düşüncesine yön verenlerin sınıfı değişmiş ve siyaset düşüncesi yeni bir yola girmiştir. Özellikle Fars kökenli isimler hem kendi hem de Yunan ve Hind medeniyetinin ürünü olan nasihat kültürünü İslam düşüncesine taşımışlardır. Bu tür eserler Emevîler döneminde başlayıp Abbâsîler döneminde Beytü’l-Hikme ile zirveye çıkan tercüme faaliyetleriyle İslam toplumuna kazandırılmıştır. Tercüme edilen eserlerle birlikte bu medeniyetlerin ideal devlet yönetimi, siyaset ve ahlak konusundaki düşünceleri Müslüman âlimlerce tanınmıştır. İslam düşüncesinde siyasetnâme adıyla meşhur olan bu eserler VIII. yüzyılın ortalarından itibaren Müslüman âlimlerce de kaleme alınmaya başlanmıştır. Siyasetnâmeler, yöneticilere iktidarlarını, dinî emir ve yasaklara uygun, kendilerine bu makamı bahşeden Allah’ın ve yönetimiyle görevlendirildiği halkın razı olacağı şekilde sürdürmeye yönelik pratik tavsiyeler veren siyasî, ahlakî ve dinî içerikli eserlerdir. Siyasetnâmeler çoğunlukla olması gerekene odaklanıldığından bu tür eserler büyük oranda kuramsal kitaplardır. İlaveten hâlihazırda iktidarı elinde bulunduran isimler için yazıldıklarından hükümdarların sahip oldukları kudreti nasıl koruyup arttırabileceklerini ve devletin hangi uygulamalarla varlığını daha uzun süreli koruyacağını merkeze alan çalışmalardır. Siyaset düşüncesi ve siyaset anlamlandırmasının temel noktası kavramlar ve tanımlamalardır. Bir kelimenin kavram anlamından bahsedildiğinde genellikle genel bir tanımın varlığı düşünülür. Ancak kavramlar onu kullananın düşünceleri, algılamaları, eleştirileri, açıklamaları ve analizleri bağlamında kendisine yüklediği anlamı yansıtır. Adil, dürüst, cesur, kahraman, güzel, zengin, mamur ve temiz gibi kavramlar kişinin yüklediği anlam ne ise onu ifade eder. Diğer bir deyişle herkesin o âna kadar ki tecrübesi kullandığı kavramın içeriğini belirler. Kavramların anlamlandırılması ise döneme ve o kavramın muhatabına değişiklik gösterir. Adalet, liyakat, istişare gibi çokça üzerinde durulan kavramlar dahi farklı dönem ve coğrafyalarda anlam değişikliğine uğrayabilmektedir. Çoğunlukla anlamayı kolaylaştırmak için kullanılan kavramlar, zaman zaman da yargılamak, belli bir kalıba sokmak veya muhatabı yanıltmak için kullanılır. Bu bağlamda kavram analizi yapabilmek için kullananın zihnine girmek zorunludur. İslam Medeniyetinde yönetim anlayışının esasları da kavramlarla açıklanmıştır. Müslümanların ideal bir yöneticiden yönetimi sırasında beklediği hususiyetler ana hatlarıyla adalet, istişare, liyakat, emanet ve meşruiyet olarak belirlenmiş ve adı geçenler başta olmak üzere idareyi ilgilendiren kavramlara dair geniş bir külliyat kaleme alınmıştır. Bu külliyatın bir türünü de siyasetnâmeler oluşturmaktadır. İslam tarihinde farklı coğrafyalardan ve farklı altyapılardan gelen isimler tarafından değişik zaman dilimlerinde kaleme alınan birçok siyasetnâme bulunmaktadır. Siyasetnâmelerde verilen öğütler birbirleriyle büyük oranda benzerlik gösterseler de verilen öğüdün temellendirilmesinde tercih edilen argüman ve örnekler farklılık göstermektedir. Aktif siyasetin içerisinde olan isimler çoğunlukla siyasal argümanlar üzerinden görüşlerini temellendirirken, ilmî geleneğe sahip isimler tavsiyelerini dinî argümanlarla desteklemişlerdir. Siyasetnâmelerde öne çıkarılan dinî unsurların başında ayetler gelmektedir. Kavramlar açıklanırken ve verilen tavsiyelerin önemi vurgulanırken birçok ayetten istifade edilmiştir. Bazı ayetler sadece bir müellif tarafından kullanılırken bazı ayetler ise birçok müellif tarafından eserlerine konu edinilmiştir. Aynı şekilde hadisler ve de hadis olarak kabul edilen sözler de vurguyu ve anlamı pekiştirmek için kullanılmıştır. Bu noktada bazen ayet ve hadislerin bağlamlarına özen gösterilmemiştir. Biz bu çalışmamızda dinî unsurların kullanım amaçlarına değinmeyi hedeflemekteyiz. Literatürde üst düzey yönetici ve toplumda sözü geçen isimleri tanımlamak için kullanılan ülü’l-emr’in kim olduğu ve bu ülü’l-emr’e itaatin sınırları hususunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Farklılığın sebebi, her mezhep ya da dinî ekolün ayeti açıklarken kendi görüşlerini temellendirme ekseninde bir yorum getirmesidir. Siyasetnâmelerde hükümdarlara verilen öğütler içerisinde adalet, en fazla vurgu yapılan kavramdır. Bir hükümdarda bulunması gereken en önemli özellik olarak gösterilen adalet, devletin varlığını kıyamete kadar sürdürebilmesini için son derece önemli görülmüştür. Ayrıca adalet, devlet/hükümdar otoritesinin devamını sağlayan en önemli şart olarak nitelenmiştir. Doğru karar verebilme için istişare önemsenmiştir. Hükümdarın kişisel özelliklerine dair yapılan açıklamalarda da ayet ve hadislerden yararlanılmıştır. Şefkatli olmak, sözünde durmak, öfkeye hâkim olmak, sabır, dürüstlük, nimete şükür, müsriflik, kendini beğenmek, sözünde durmamak ve vaadinden dönmek ve kibir gibi özellikler siyasetnamelere konu edinmiştir. İncelenen siyasetnâmelere bir bütün olarak bakıldığında, özellikle eski Fars geleneğinin bir ürünü olan din ve dünyayı (devlet) kardeş kabul eden anlayışın bir adım daha ileri götürülerek din ve hükümdarlığın ayrılmaz ikiz kardeş gibi tasavvur edildiği görülmektedir. Bu anlayışta din kök olarak kabul edilmiş, siyasal otoriteye de onun hamiliği görevi yüklenmiştir. Siyasetnâmelerde ayet ve hadislerin önemli oranda bir yekün tuttuğu görülmektedir. Bunun sebebi olarak dinin ahlakın temelinde yer alması ile birlikte ele aldığımız dönemde din-devlet ilişkisine derin anlamlar yükleyen siyâsetnâme müelliflerinin her iki kurumu birbirinin tamamlayıcısı ve bütünleştiricisi olarak görmeleri söylenebilir. (shrink)
It is shown that the logical truth of instances of the T-schema is incompatible with the formal nature of logical truth. In particular, since the formality of logical truth entails that the set of logical truths is closed under substitution, the logical truth of T-schema instances entails that all sentences are logical truths.
In the 2005 Kitzmiller v Dover Area School Board case, a federal district court ruled that Intelligent Design creationism was not science, but a disguised religious view and that teaching it in public schools is unconstitutional. But creationists contend that it is illegitimate to distinguish science and religion, citing philosophers Quinn and especially Laudan, who had criticized a similar ruling in the 1981 McLean v. Arkansas creation-science case on the grounds that no necessary and sufficient demarcation criterion was possible and (...) that demarcation was a dead pseudo-problem. This article discusses problems with those conclusions and their application to the quite different reasoning between these two cases. Laudan focused too narrowly on the problem of demarcation as Popper defined it. Distinguishing science from religion was and remains an important conceptual issue with significant practical import, and philosophers who say there is no difference have lost touch with reality in a profound and perverse way. The Kitzmiller case did not rely on a strict demarcation criterion, but appealed only to a “ballpark” demarcation that identifies methodological naturalism as a “ground rule” of science. MN is shown to be a distinguishing feature of science both in explicit statements from scientific organizations and in actual practice. There is good reason to think that MN is shared as a tacit assumption among philosophers who emphasize other demarcation criteria and even by Laudan himself. (shrink)
Green agrees with Kant on the abstract character of moral law as categorical imperatives and that intentional dispositions are central to a moral justification of punishment. The central problem with Kant's account is that we are unable to know these dispositions beyond a reasonable estimate. Green offers a practical alternative, positing moral law as an ideal to be achieved, but not immediately enforceable through positive law. Moral and positive law are bridged by Green's theory of the common good through the (...) dialectic of morality. Thus, Green appears to offer an alternative that remains committed to Kantian morality whilst taking proper stock of our cognitive limitations. Unfortunately, Green fails to unravel fully Kant's dichotomy of moral and positive law that mirrors Green's solution, although Green offers a number of improvements, such as the importance of the community in establishing rights and linking the severity of punishment to the extent that a criminal act threatens the continued maintenance of a system of rights. (shrink)
In this interview with W. Alton Jones Professor of Philosophy at Vanderbilt University, Lucius T. Outlaw, Jr, we discuss the metaphysical and ethical questions of grouping and classifying people in terms of race and ethnicity. Outlaw is the author of [On Race and Philosophy] and one of the recognised pioneers of Africana Philosophy. Outlaw talks about growing up in racial segregation in Starkville, Mississippi, the Black Power movement, the notion of the Black intellectual, scholarship and teaching, and philosophizing about race. (...) We discuss the ambiguity of the concept of philosophy of race and explore the concepts of raciality, categories, human sociality, evolution, and oppression. With his philosophical, political, and sociological influences, Outlaw asserts that racism makes no sense at all because the diversity of our species is one of our greatest assets; and in terms of survival, we are all of the same species though certain group-shared differences do matter. (shrink)
My purpose in what follows is not so much to defend the basic principle of utilitarianism as to indicate the form of it which seems most promising as a basic moral and political position. I shall take the principle of utility as offering a criterion for two different sorts of evaluation: first, the merits of acts of government, social policies, and social institutions, and secondly, the ultimate moral evaluation of the actions of individuals. I do not take it as implying (...) that the individual should live his life on the basis of constant evaluations of this sort. For there are different levels of decision making each with its appropriate criteria. For example, we each inevitably make many of our decisions from the point of view of our own personal self-fulfilment and this cannot regularly take a directly utilitarian form, nor should the utilitarian want it to do so. His claim is at most that we should sometimes review our life from the point of view of a kind of impersonal moral truth of a universalistic utilitarian character. (shrink)
In social cognition, knowledge-based validation of information is usually regarded as relying on strategic and resource-demanding processes. Research on language comprehension, in contrast, suggests that validation processes are involved in the construction of a referential representation of the communicated information. This view implies that individuals can use their knowledge to validate incoming information in a routine and efficient manner. Consistent with this idea, Experiments 1 and 2 demonstrated that individuals are able to reject false assertions efficiently when they have validity-relevant (...) beliefs. Validation processes were carried out routinely even when individuals were put under additional cognitive load during comprehension. Experiment 3 demonstrated that the rejection of false information occurs automatically and interferes with affirmative responses in a nonsemantic task. Experiment 4 also revealed complementary interference effects of true information with negative responses in a nonsemantic task. These results suggest the existence of fast and efficient validation processes that protect mental representations from being contaminated by false and inaccurate information. (shrink)
Abstract I argue that the two primary motivations in the literature for positing seemings as sui generis mental states are insufficient to motivate this view. Because of this, epistemological views which attempt to put seemings to work don’t go far enough. It would be better to do the same work by appealing to what makes seeming talk true rather than simply appealing to seeming talk. Content Type Journal Article Pages 1-12 DOI 10.1007/s11406-012-9363-8 Authors T. Ryan Byerly, Department of Philosophy, Baylor (...) University, Waco, TX, USA Journal Philosophia Online ISSN 1574-9274 Print ISSN 0048-3893. (shrink)
The T&T Clark Handbook of Analytic Theology provides theological and philosophical resources that demonstrate analytic theology's unique contribution to the task of theology. Analytic theology is a recent movement at the nexus of theology, biblical studies, and philosophy that marshals resources from the analytic philosophical tradition for constructive theological work. Paying attention to the Christian tradition, the development of doctrine, and solid biblical studies, analytic theology prizes clarity, brevity, and logical rigour in its exposition of Christian teaching. Each contribution in (...) this volume offers an overview of specific doctrinal and dogmatic issues within the Christian tradition and provides a constructive conceptual model for making sense of the doctrine. Additionally, an extensive bibliography serves as a valuable resource for researchers wishing to address issues in theology from an analytic perspective. (shrink)
Various attempts have been made in recent years to present Christianity in such a way that no use is made of the traditional dichotomy between the ‘natural’ and the ‘supernatural’. Braithwaite, Hare, and van Buren, for instance, appear to have no use for the dichotomy; and I think that, without too much distortion, one can say the same of Bultmann, Tillich, and Robinson. I am not, however, concerned in this paper with the work of any one thinker as such, but (...) rather with a general climate of opinion. What I want to do is to examine the grounds on which it might be argued that belief in the supernatural is discredited. The issue seems to me of special importance at the present time, since, if these grounds are inadequate, programmes of reform under the general heading ‘Christianity without the supernatural’lose much of their point; if, on the other hand, the grounds are compelling, then reform of some kind is forced upon us whatever the accompanying difficulties. (shrink)
The world appears to conscious creatures in terms of experienced sensory qualities, but science doesn't find sensory experience in that world, only physical objects and properties. I argue that the failure to locate consciousness in the world is a function of our necessarily representational relation to reality as knowers: we won't discover the terms in which reality is represented by us in the world as it appears in those terms. Qualia -- arguably a type of representational content -- will therefore (...) not be found in the physical world as characterized in experience or science. Instead, consciousness constitutes a subjective, representational reality for cognitive systems such as ourselves, and the physical world is a represented objective reality. I suggest that naturalistic approaches to explaining consciousness should acknowledge the non-objectivity of experience, and be constrained by evidence that consciousness accompanies certain sorts of behaviour-controlling representational functions carried out by complex, physically instantiated mind-systems. I evaluate a variety of current hypotheses about consciousness, and suggest that a mature science of representation may help explain why, perhaps as matter of representational necessity, experience arises as a natural but not objectively discoverable phenomenon. (shrink)